Bir darbe düşü: 9 Mart ’71

Elizabet

Administrator
Yönetici
Katılım
Ocak 16, 2025
Mesajlar
330,289
Tepkime puanı
0
9 Mart 1971, yakın tarihimizde önemli bir gündür. 54 yıl önce bugün, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki “Sol Kemalist” bir cunta, bir darbe girişimi hazırlığına kalkışmıştı. Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur da, bu darbe girişiminin önde gelen kişileriydi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün ise, TSK’nın daha sağcı, Amerikancı kesiminin temsilcileriydi. 9 Mart’ta yapılacak darbe girişimi önlendi ve arkasından da 12 Mart 1971’de ordu bir muhtıra vererek Demirel Hükümeti’nin düşmesini sağladı.

12 Mart, giderek TSK’daki Kemalist ve sol eğilimli subayların tasfiye edildiği, devrimci gençlik önderlerinin idam edildiği, katledildiği ve sosyal nitelikli birçok anayasal hakkın askıya alındığı bir darbe sürecine evrildi.

9 Mart öncesinde, “Yön” hareketinin kurucusu, düşünür ve yazar Doğan Avcıoğlu’nun ordu içindeki “Sol Kemalist” cunta ile bağlantısı, bir “ihtilal” hazırlığına girişmesi, ülke içindeki ekonomik zorluklar, Demirel Hükümeti’nin parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi, devrimci gençliğin mücadelesi, 15-16 Haziran 1970 olayları sonrasında işçi hareketinin yükselişi, Türkiye’de kaotik bir süreci oluşturuyordu.

İşte yazar Sevim Kahraman, “Avcıların Üç Günü” isimli belgesel romanıyla 9 Mart’tan 12 Mart 1971’e uzanan üç günün kurgusal öyküsünü yazdı. Bu belgesel romanda, tarihsel gerçekler özüne uygun bir biçimde ortaya konuyor. (Sevim Kahraman: “Avcıların Üç Günü, Bir ‘İhtilal’ Düşünün Belgesel Romanı” Destek Yayınları, Mart 2023).

Ben de o süreçte TSK’da görevli bir subaydım. Ordudaki “sol” örgütlenmelerin içinde bulunuyordum. Bir sosyalist subay olarak bir “cunta” toplantısına da katılmışlığım vardı. Oradaki tanıklığımdan da söz edeceğim…

Avcıoğlu’nun 'zinde güçleri'​


Sevim Kahraman’ın “Avcıların Üç Günü” isimli belgesel romanın ilk bölümünde, devrimci bir gencin şahsında THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi ve Partisi) gibi örgütlerin 9 Mart’ta ne yapacakları konu ediliyor.

THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları, “9 Mart darbesini” bir fırsat bilerek “kesintisiz bir devrim stratejisi sürecinin sosyalizme doğru yönlendirilmesinde” etkin olup olamayacağını tartışıyordu.

Sevim Kahraman, bu tartışmanın yanı sıra tarihsel arka planı da söz konusu ederek 1966’da yayın hayatına başlayan “Yön Dergisi”nin işlevini, Doğan Avcıoğlu’nun görüşlerini, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi diğer sosyalist şahsiyetlerin de yaklaşımlarını ortaya koyuyor.

Yazar, bu süreçte Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının pozisyonuna, MDD (Milli Demokratik Devrim) ve SD (Sosyalist Devrim) tartışmalarına yer veriyor. 1960 sonrası ülkede önemli bir etkinlik sağlayan TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) MDD’ye karşı olan tavrı da sergileniyor.

Doğan Avcıoğlu’nun Marksizme yakınlığı ile birlikte ülkenin o günkü koşullarında işçi sınıfının hem nicel, hem nitel yönden yetersizliğini öne sürerek “zinde güçlere”, yani asker-sivil zümreye, daha açık bir ifadeyle orduya önemli bir işlev yüklemesi, yazıları üzerinden de anlatılıyor.

Tağmaç’ın veciz sözü​


Kahraman’ın romanında, Genelkurmay’da görevli Tümgeneral Celil Gürkan’ın örgütlülüğünde “Sol Kemalist” cuntanın faaliyetleri, Faruk Gürler ve Muhsin Batur’la ilişkiler, darbe için hazırlıklar, 9 Mart’a giden süreçte etraflıca ve akıcı bir üslupla konu ediliyor.

Kuşkusuz burada “karşı tarafın”, yani Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın konumu, 15-16 Haziran 1970 işçi olayları sonrasındaki veciz sözü de tekrarlanıyor. Tağmaç, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” şeklinde bir tespitte bulunmuştu.

Aslında Tağmaç’ın bu sözüyle ordunun Amerikancı kanadının 9 Mart’taki girişimi etkisiz hale getirip esas itibariyle ülkedeki sol uyanışı bastırmak olduğu da daha sonra ortaya çıkacaktı.

Öte yandan “Sol Kemalist” cuntanın Devrim Konseyi ve Bakanlar Kurulu da şekilleniyordu. Devlet Başkanı olarak Orgeneral Faruk Gürler, Başbakan olarak Orgeneral Muhsin Batur, Başbakan Yardımcısı olarak da Tümgeneral Celil Gürkan’ın isimleri geçiyordu.

Cunta toplantısı​


Burada Sevim Kahraman’ın romanından kendimin katıldığı bir “cunta toplantısına” geçeceğim. 1967’de Kara Harp Okulu’nu bitirdikten sonra dönemin koşulları bağlamında devrimci, sosyalist bir subay olarak ülke sorunlarına eğilmeye başlamıştım.

İlk görev yerim, Kartal/Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndaydı. Birlikteki piyade taburunda teğmen rütbesinde havan takım komutanıydım. Tugayda, ordunun üst kademesindeki gelişmeler, cuntasal faaliyetler, pek de gizlisi, saklısı olmadan konuşuluyor, işe gidip gelirken servislerde ve öğle yemeklerinde subaylar arasında tartışılıyordu.

1971’in Şubat’ın sonlarına doğru bizim Tugay mensuplarına böyle bir toplantının yapılacağı duyuruldu. Hatta aleni bir biçimde özellikle genç subayların o gün Fenerbahçe semtinde bir deniz yüzbaşısının evinde yapılacak toplantıya gelmeleri istendi.

Ben de bizim Tugay’da görevli arkadaşım Üsteğmen Yücel Top’la birlikte bir cumartesi öğleden sonra bu eve gittik. Evde çoğu bizim Tugay’da görev yapan genç subaylar olmak üzere 20 dolayında asker kişi bulunuyordu.

Avcıların Üç Günü - İhtilal Düşünün Belgesel Romanı, Sevim Kahraman, Destek Yayınları, 272 sf., 2023.

Celil Gürkan grubu​


Yücel Top’la bizim esas amacımız, sol cunta ne yapıyor, bir askeri müdahale yakın mı, değil mi? şeklindeki sorulara yanıt bulmak ve bu bilgileri bizim gibi düşünen sosyalist arkadaşlara aktarmaktı. Tanıdığımız kimi havacı arkadaşların da sol kesimdeki sivil devrimcilerle, THKP-C’yle bağlantısı vardı. Edindiğimiz bilgileri bu subay arkadaşlarla da paylaşacaktık.

2. Zırhlı Tugay’da diğer subaylara nazaran bizim daha solda olduğumuz bilinirdi ama bu tür toplantılara katılmamıza da karşı çıkılmazdı. Zaten toplantıya da davetli olduğumuz için gittik.

Fenerbahçe’deki toplantıda, daha sonra 12 Mart 1971 muhtırasının hemen ertesinde emekliye sevk edilecek beş generalden biri olan Tuğgeneral Lütfü Erol da bulunuyordu. Sol cuntanın İstanbul koordinatörü olduğu iddia edilen 66. Mekanize Piyade Tümeni Kurmay Başkanı Kurmay Albay Nedim Arat ile Piyade Okulu’ndan tanıdığımız komutanlar da toplantıya çağrılı olarak gelmişlerdi. Çok daha sonra bu komutanların 9 Martçı olarak bilinen Tümgeneral Celil Gürkan’ın grubuna yakın olduğu ifade edilmişti.

Kooperatif işi​


Fenerbahçe’deki toplantı evine girdiğimizde masalarda imar paftaları duruyordu. Cunta toplantısının ev sahibi olan deniz yüzbaşısı, “Arkadaşlar herhangi bir şekilde bir baskın olursa burada kooperatif toplantısı yaptığımızı söyleyelim” demişti.

Üst rütbeli komutanlar, Başbakan Demirel’in memleketi kötü yönettiğini, bu konuda orduya görev düştüğünü belirterek bizim gibi genç subaylara G günü, yani ihtilal günü ne yapacağımızı söyleyeceklerdi. Ben ve Yücel, ordudaki genç subay-yüksek rütbeli subay çelişkisinin yarattığı psikolojik bir duyguyla komutanların karşısında ayak ayak üstüne atıp sorular sormaya başladık.

Hepimizde sivil giysi vardı. Üst rütbeli subaylara “Ordu içinde bir tarafta Gürler-Batur, diğer tarafta ise Tağmaç grubunun yer aldığını, Avcıoğlu’nun Devrim Gazetesi’nin 500 kişilik bir Devrim Konseyi’nden bahsettiğini, ne gibi bir ekonomik programa sahip olduklarını” ifade eden sorular sormaya başladım.

Hem komutanlar, hem de arkadaşlarımız bu sorulardan rahatsız oldular. Piyade Okulu’ndan bizi yakından tanıyan komutanlar, “Atilla, biz sana ekonomik, sosyal ve siyasal görüşlerimizle ilgili dosyayı veririz. Bu kadar soruya gerek yok” diyorlardı.

Dev-Genç ve İmam Hatip​


Bu arada toplantıda “Sol Kemalist” cuntanın siyasi hedefini tanımlayacak bir sözü de hiç unutamıyorum. Komutanlardan biri, “İktidara geldiğimizde hem Dev-Genç’i, hem de İmam Hatip okullarını kapatacağız” demişti.

Aslında Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda benzer gelişmelerin çok önceden de var olduğu dikkati çekiyor. Doğu Anadolu’daki Şeyh Sait isyanı nedeniyle 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun yasasında, şeriatçı yayın organları daha fazla olmakla birlikte sol eğilimli Aydınlık, Orak-Çekiç gibi dergiler de kapatılmıştı.

9 Martçı cuntacılar da, iktidara geldiklerinde hem İslamcı, şeriatçı kesimi, hem de “radikal solu” saf dışı bırakacaklarını ifade ediyorlardı. Demek ki devletin bu anlayışı, tarihsel olarak pek değişmiyordu…

İttihat–Terakki yemini​


Deniz yüzbaşısının evindeki toplantı odasına daha sonra küçük bayraklar getirildi. Tabancalarımızı çıkarmamız söylendi. Tabancaları bayrakların yanına koyup yemin edecektik. Tıpkı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yeni giren üyelerin yemin töreninde olduğu gibi. Laik subaylar olduğumuz için o törenden sadece Kuran eksikti.

Ben, üst rütbeli subaylara, “Komutanım, biz zaten Harbiye’ye girerken de, mezun olurken de yemin etmiştik. Tekrar etmemize gerek var mı?” diye sormuştum. Komutanlar, yemin etmemiz gerektiğini söylediler.

Yücel’le birbirimize şaşkın bir şekilde bakıştık. Hatta, “Biz sosyalist adamlarız, böyle cunta yemini etmek de nereden çıktı” diye söyleniverdik. Bu yemini edersek, cuntacı olacağımız şeklinde bir duyguya da kapılmıştık. “Yemin ederken ayağımızı mı kaldırsak” diye de espri yaptık.

Neyse yemin diye bir şeyler söylendi ama hemen akabinde yüzbaşıdan aşağı rütbeli olanların toplantı odasını terk edip yandaki odaya geçmeleri istendi. Genç subay arkadaşlarla öteki odaya geçtik. Üst rütbeli subaylar kendi aralarında konuştuktan sonra toplantının bittiğini söylediler. Ve evden ayrıldık.

Ertesi gün kışlaya gittiğimizde diğer subay arkadaşlarımız bize oldukça kızgındı. “Sizin yüzünüzden G günü ne yapacağımıza ilişkin sarı zarfları alamadık” dediler. Yani, darbe günü örneğin Ahmet üsteğmen bölüğü ile Kadıköy Kaymakamlığı’na gidip enterne edecekti, bu emirlerin içinde bulunduğu zarflar bizim toplantıdaki tavrımız yüzünden dağıtılmamıştı. Genç subay arkadaşlarımızın görüşleri bu yöndeydi. Biz de toplantı sonrası karacı ve havacı arkadaşlarımızla bir araya gelip bu toplantıyı değerlendirdik.

9 Mart olayı​


Sol Kemalist cuntanın 9 Mart’ta darbe yapacağı söylentileri üzerine devrimci subaylar olarak kendi aramızda düzenlediğimiz toplantıda, bazı havacı arkadaşlarımız o gün Ankara’ya gidip bu darbeyi daha “sola” çekecek eylemlerde bulunmayı öneriyordu.

Örneğin büyük banka şubelerinin, Tuslog gibi Amerikan yardım kuruluşlarının taciz edilmesi gibi öneriler gündeme geldi. Karacı subaylar olarak cuntasal eylemlere fazla bulaşmamak gerekçesiyle bu önerilere karşı çıktık ve 9 Mart günü Ankara’ya gitmeme kararı aldık.

9 Mart 1971’de bir darbe girişimi gerçekleşmedi. Böyle bir darbenin gerçekleşmemesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler’in son anda kararsız kaldığı ve ürkek bir tutuma girdiği, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un da son tahlilde Gürler’le birlikte hareket ettiği ifade edildi.

Daha doğrusu Gürler ve Batur, darbe girişimini tam kontrol edemeyecekleri için Tağmaç’la anlaşıp hem Demirel Hükümeti’nin bir muhtırayla istifa etmesine, hem de radikal subayların tasfiyesine olanak sağladılar.

12 Mart: Yarım darbe​


9 Mart girişiminin planlamasında görev alan Celil Gürkan ve Lütfü Erol paşalarla birlikte beş general, bir amiral ve sekiz albay, 12 Mart muhtırası sonrasında 15 Mart 1971 tarihi itibariyle emekliye sevk edildiler.

Sonuçta benim gibi sosyalist subayların da içinde bulunduğu 600 kadar sol, Kemalist eğilimli subay, astsubay ve askeri öğrenci TSK’dan tasfiye edildi.

12 Mart, “yarım bir darbeydi”, çünkü TBMM kapatılmamıştı. Demirel hükümeti istifa etti, yerine partiler üstü Nihat Erim Hükümeti kuruldu. Devrimci gençlik örgütleri ise kapatıldı, bir takım sendikal haklar kısıtlandı, memurlara sendika hakkı yasaklandı, ülkenin tek sol partisi olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılarak yöneticileri tutuklandı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi, Mahir Çayan ve 9 arkadaşı Kızıldere’de katledildi. Sol, ilerici aydınlar, sendikacılar, devrimci subaylar, cezaevine kondu.

12 Eylül 1980 müdahalesiyle bu yarım darbe tamamlandı. Meclis ve bütün siyasi partiler kapatıldı. Özellikle emek kesiminin hakları büyük ölçüde budandı, DİSK yöneticileri ağır cezalara çarptırıldı.

12 Eylül askeri yönetiminin hazırladığı 1982 Anayasası ile demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanıp emek kesimine yönelik baskılar artarken zorunlu din dersine olanak sağlanarak laiklik ilkesi çiğnendi. Ve böylece siyasal İslamcı hareketin gelişimine zemin hazırlandı…

[email protected]
 
Üst