- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 196,165
- Tepkime puanı
- 0
Semiha Durak
Deborah Levy’nin Yaşayan Otobiyografi üçlemesini okurken, onun kelimeleri arasında kendimden izler buldum. Denizde sırtüstü yatıp, Ophelia tablosunu andıran bir şekilde, batmadan durmayı, tıpkı Levy gibi, ben de annemden öğrenmiştim. Levy gibi, ben de, annemin bir kadın, bir insan olduğunu, benim ihtiyaçlarımı karşılamaktan başka arzuları ve hayalleri olduğunu ancak kendim anne olduğumda, kendi kimliğim ve annelikle yaşadığım çelişkilerden sonra anlamaya başladım. Ama yine de, üçlemenin ilk kitabı ‘Bilmek İstemediğim Şeyler’de geçen şu cümleyi okuduğumda, aklıma önce annem değil, kendi anneliğim geldi:
“Annemin içindeki o hayalciyi hafife alıp, sonra da hayalleri olmayan biri olduğunu söyleyerek onu küçümsemiş miydim?”
Birkaç hafta önce bir etkinlikte yanına gidip yeni kitabını imzalatırken, Levy’ye bunları anlatma fırsatım olmadı. Sadece, bir zamanlar aynı mahallede yaşadığımızı ve sabahları kızımı okula bırakırken onun da bisikletiyle yanımdan geçip kızını aynı okula götürdüğünü söyledim. Ama üçlemesinde bahsettiği Kuzey Londra’daki o bakkaldan benim de alışveriş yaptığım bilgisini paylaşmadım. Levy’nin yaptığı gibi, hasta yatağındaki anneme o bakkaldan dondurma götürmemiştim ben. Annemi, tıpkı Levy gibi, bir Mart ayında kanserden kaybettim. Ama o dondurmalardan kızıma aldım.
Levy, yaşamın içindeki küçük anlardan, detaylardan yola çıkarak annelik, kadınlık, kalp kırıklığı gibi daha geniş ve karmaşık temalara dokunuyor. Ve bu küçük, ince detayları öyle bir seviyeye yükseltiyor ki, hayatın bir anlamı olduğuna sizi ikna ediyor. Dondurma almayı bile gözlerinizi yaşartacak bir anıya dönüştürebiliyor. Onun yazıları, hem kendi annelik deneyimime hem de annemle olan bağlarıma daha yakından bakmamı sağladı.
Geçenlerde okuduğum bir makale, aile ilişkilerinin son yıllarda kökten bir değişim geçirdiğini vurguluyor ve anne-kız kopuşlarının bir “epidemik” haline geldiğini açıklıyordu. Aynı makale, TikTok gibi platformlarda #NoContactFamily etiketinin milyonlarca kez görüntülendiğini ve özellikle annelerle bağların koparılmasının giderek daha normal bir davranış olarak sunulduğunu belirtiyordu.
Bu kopuşların çoğu, hiçbir açıklama yapılmadan gerçekleşiyor ve ebeveynlerde yas ve derin bir hayal kırıklığı yaratıyor. Nesiller boyu aktarılmış travmalara rağmen karşılıklı bağlılık duygusuna dayanan ve birbirini koruyan bu ilişkiler, günümüzde bireylerin kendi ruh sağlığını ve kimliğini öncelediği bir modele evriliyor. Bireyselliğin artışı, psikolojiye artan odaklanmayla doğan terapi kültürü ve “toksik ilişkiler” üzerine “farkındalığın” artması, insan ilişkilerini ve aile bağlarının algılanma biçimini değiştiriyor. Bu değişimler özgürleştirici olarak lanse edilse de, aslında daha derin güçleri gizliyor: Her türlü dayanışma ağına saldıran, birliği parçalayan o ayrılmaz ikilinin gücü: patriyarka ve kapitalizm.
Anneliğin idealize edilecek ya da kutsanacak bir görev olduğunu söyleyecek değilim, ama yine de anne-kız ilişkisinin, nesiller arası dayanışmanın en güçlü biçimlerinden ve bir neslin bilgeliğini ve deneyimlerini diğerine aktardığı, kadınlar arası bir bilgi ve güç zinciri olduğuna inanıyorum. Ancak gücünü patriarkadan alan kapitalizm, bu zinciri kırmak, kadınları yalnız, savunmasız hale getirmek ve dayanışmayı zayıflatmak için her yolu deniyor. Popüler kültürde anne-kız ilişkisi genellikle çatışma üzerinden anlatılıyor: medya narsist ve toksik annenin baskıcı olduğu, kızın ise bu baskıdan kurtulmaya çalıştığı klişe hikayelerle dolu.
Bu karmaşık konuyu geçenlerde izlediğim The Substance (Cevher) filmiyle bağdaştırmak kaçınılmaz. Film, kadınlara yönelik yaş ayrımcılığını ve güzellik standartlarının enjeksiyonlara bağımlı hale gelmesini ele alışıyla gündeme gelse de, aslında derinlerde anne-kız ilişkisine dair çarpıcı bir metafor barındırıyor. Filmin hem adı hem de anlatısı, “madde” (substance/matter) kavramını, annelikle ilişkili sembolik bir derinlikte ele alıyor. Latince mater kelimesi “anne” anlamına gelirken, aynı zamanda İngilizce’deki matter (madde) kelimesinin kökenidir. Elizabeth (Demi Moore) karakterinin matrix olarak tanımlanması da bu yorumu destekler nitelikte; zira matrix “rahim” ve/veya “kaynak” anlamına geliyor. Bu etimolojik bağ, annelik ve yaratmak arasındaki ilişkiyi vurguluyor. Zaten film de doğrudan annelik ve üreme imgeleriyle başlıyor. Tam bu noktada, Jung’un “madde, her şeyin annesidir.” sözünü hatırlamadan edemiyorum.
Elizabeth, daha genç ve güzel bir versiyonu olan Sue’yu(Margaret Qualley) kendi bedeninden adeta doğuruyor, Ancak bu doğum, geleneksel annelik kavramlarından tamamen farklı, grotesk bir şekilde gerçekleşiyor; Sue Elizabeth’in omurgasından, sırtında derin bir yara açarak doğuyor. Değişim günlerinde, Sue ve Elizabeth’i bağlayan çift uçlu plastik hortum, sanki bir “göbek bağı” gibi onların sembiyotik ilişkisini temsil ediyor. Filmin sloganı olan “Bir’siniz” ifadesi, bu ilişkinin doğasını pekiştirir gibi görünse de, pratikleştirilmiş, yapaylaştırılmış bu bağ, annelik ve yaratıcılık arasındaki doğal ilişkiyi bozarak karanlık ve yıkıcı bir sahneye dönüşüyor. Elizabeth ve Sue arasındaki çatışma, kadınlar arasındaki bağın nasıl parçalandığını ve manipüle edildiğini anlamak için bir çerçeve sunuyor. Bu durum, Elizabeth ve Sue’nun ilişkisinde, birbirlerine duydukları öfkede açıkça görülüyor: Bu öfke, kadınlar arası dayanışmayı kıran toplumsal anlatıların bir sonucu.
Ama bu anlatıyı kabul etmek, sahiplenmek zorunda değiliz. Anlatılan bizim hikayemiz değil çünkü. Gerçek bu değil. Gerçeğe en yakın olan anlatıyı mitolojide bulmak şaşırtmasın sizi.
Demeter ve Persephone miti, anne-kız ilişkisinin dinamiğine dair daha gerçekçi bir bakış sunuyor. Bu hikaye de yine, patriyarkanın anne-kız bağını zayıflatma girişimiyle başlıyor. Persephone, Hades tarafından yeraltı dünyasına kaçırıldığında, annesi Demeter büyük bir kedere kapılır ve doğa bu kedere ortak olur. Dünya sessiz bir kışa teslim olur. Ancak Demeter’in bitmek bilmeyen mücadelesi sonunda Hades’le uzlaşma sağlanır:. Persephone yılın bir kısmını yeraltında, bir kısmını ise yeryüzünde geçirecektir. Her bahar, yeryüzüne döndüğünde doğa canlanır, çiçekler açar; sonbaharda yeraltına döndüğünde ise doğa tekrar sessizliğe bürünür. Persephone’nin yeraltı dünyasına zorla götürülmesi, kadınların kendi iradelerinden koparılmasını ve erkek egemen bir dünyaya hapsedilmesini temsil ediyor. Ancak hikayenin sonunda, Demeter ve Persephone arasında yeniden kurulan bağ, anne-kız ilişkisinin dönüştürücü gücünü gösteriyor. Patriyarkal sisteme rağmen, bu bağ yeniden inşa ediliyor ve dayanışma zafer kazanıyor.
Substance filmi ise bu bağın yeniden inşasına olanak tanımıyor. Sue ve Elizabeth arasındaki çatışma, nesiller boyunca aktarılan travmayı ve patriyarkanın bu travmayı güçlendirdiğini gözler önüne seriyor ve çatışma, çözüm yerine bir trajediye evriliyor. Deborah Levy’nin de dediği gibi, “dünya, anneleri değil, yanılsamaları seviyor.”
Deborah Levy’nin Yaşayan Otobiyografi üçlemesini okurken, onun kelimeleri arasında kendimden izler buldum. Denizde sırtüstü yatıp, Ophelia tablosunu andıran bir şekilde, batmadan durmayı, tıpkı Levy gibi, ben de annemden öğrenmiştim. Levy gibi, ben de, annemin bir kadın, bir insan olduğunu, benim ihtiyaçlarımı karşılamaktan başka arzuları ve hayalleri olduğunu ancak kendim anne olduğumda, kendi kimliğim ve annelikle yaşadığım çelişkilerden sonra anlamaya başladım. Ama yine de, üçlemenin ilk kitabı ‘Bilmek İstemediğim Şeyler’de geçen şu cümleyi okuduğumda, aklıma önce annem değil, kendi anneliğim geldi:
“Annemin içindeki o hayalciyi hafife alıp, sonra da hayalleri olmayan biri olduğunu söyleyerek onu küçümsemiş miydim?”
Birkaç hafta önce bir etkinlikte yanına gidip yeni kitabını imzalatırken, Levy’ye bunları anlatma fırsatım olmadı. Sadece, bir zamanlar aynı mahallede yaşadığımızı ve sabahları kızımı okula bırakırken onun da bisikletiyle yanımdan geçip kızını aynı okula götürdüğünü söyledim. Ama üçlemesinde bahsettiği Kuzey Londra’daki o bakkaldan benim de alışveriş yaptığım bilgisini paylaşmadım. Levy’nin yaptığı gibi, hasta yatağındaki anneme o bakkaldan dondurma götürmemiştim ben. Annemi, tıpkı Levy gibi, bir Mart ayında kanserden kaybettim. Ama o dondurmalardan kızıma aldım.
Levy, yaşamın içindeki küçük anlardan, detaylardan yola çıkarak annelik, kadınlık, kalp kırıklığı gibi daha geniş ve karmaşık temalara dokunuyor. Ve bu küçük, ince detayları öyle bir seviyeye yükseltiyor ki, hayatın bir anlamı olduğuna sizi ikna ediyor. Dondurma almayı bile gözlerinizi yaşartacak bir anıya dönüştürebiliyor. Onun yazıları, hem kendi annelik deneyimime hem de annemle olan bağlarıma daha yakından bakmamı sağladı.
Geçenlerde okuduğum bir makale, aile ilişkilerinin son yıllarda kökten bir değişim geçirdiğini vurguluyor ve anne-kız kopuşlarının bir “epidemik” haline geldiğini açıklıyordu. Aynı makale, TikTok gibi platformlarda #NoContactFamily etiketinin milyonlarca kez görüntülendiğini ve özellikle annelerle bağların koparılmasının giderek daha normal bir davranış olarak sunulduğunu belirtiyordu.
Bu kopuşların çoğu, hiçbir açıklama yapılmadan gerçekleşiyor ve ebeveynlerde yas ve derin bir hayal kırıklığı yaratıyor. Nesiller boyu aktarılmış travmalara rağmen karşılıklı bağlılık duygusuna dayanan ve birbirini koruyan bu ilişkiler, günümüzde bireylerin kendi ruh sağlığını ve kimliğini öncelediği bir modele evriliyor. Bireyselliğin artışı, psikolojiye artan odaklanmayla doğan terapi kültürü ve “toksik ilişkiler” üzerine “farkındalığın” artması, insan ilişkilerini ve aile bağlarının algılanma biçimini değiştiriyor. Bu değişimler özgürleştirici olarak lanse edilse de, aslında daha derin güçleri gizliyor: Her türlü dayanışma ağına saldıran, birliği parçalayan o ayrılmaz ikilinin gücü: patriyarka ve kapitalizm.
Anneliğin idealize edilecek ya da kutsanacak bir görev olduğunu söyleyecek değilim, ama yine de anne-kız ilişkisinin, nesiller arası dayanışmanın en güçlü biçimlerinden ve bir neslin bilgeliğini ve deneyimlerini diğerine aktardığı, kadınlar arası bir bilgi ve güç zinciri olduğuna inanıyorum. Ancak gücünü patriarkadan alan kapitalizm, bu zinciri kırmak, kadınları yalnız, savunmasız hale getirmek ve dayanışmayı zayıflatmak için her yolu deniyor. Popüler kültürde anne-kız ilişkisi genellikle çatışma üzerinden anlatılıyor: medya narsist ve toksik annenin baskıcı olduğu, kızın ise bu baskıdan kurtulmaya çalıştığı klişe hikayelerle dolu.
Bu karmaşık konuyu geçenlerde izlediğim The Substance (Cevher) filmiyle bağdaştırmak kaçınılmaz. Film, kadınlara yönelik yaş ayrımcılığını ve güzellik standartlarının enjeksiyonlara bağımlı hale gelmesini ele alışıyla gündeme gelse de, aslında derinlerde anne-kız ilişkisine dair çarpıcı bir metafor barındırıyor. Filmin hem adı hem de anlatısı, “madde” (substance/matter) kavramını, annelikle ilişkili sembolik bir derinlikte ele alıyor. Latince mater kelimesi “anne” anlamına gelirken, aynı zamanda İngilizce’deki matter (madde) kelimesinin kökenidir. Elizabeth (Demi Moore) karakterinin matrix olarak tanımlanması da bu yorumu destekler nitelikte; zira matrix “rahim” ve/veya “kaynak” anlamına geliyor. Bu etimolojik bağ, annelik ve yaratmak arasındaki ilişkiyi vurguluyor. Zaten film de doğrudan annelik ve üreme imgeleriyle başlıyor. Tam bu noktada, Jung’un “madde, her şeyin annesidir.” sözünü hatırlamadan edemiyorum.
Elizabeth, daha genç ve güzel bir versiyonu olan Sue’yu(Margaret Qualley) kendi bedeninden adeta doğuruyor, Ancak bu doğum, geleneksel annelik kavramlarından tamamen farklı, grotesk bir şekilde gerçekleşiyor; Sue Elizabeth’in omurgasından, sırtında derin bir yara açarak doğuyor. Değişim günlerinde, Sue ve Elizabeth’i bağlayan çift uçlu plastik hortum, sanki bir “göbek bağı” gibi onların sembiyotik ilişkisini temsil ediyor. Filmin sloganı olan “Bir’siniz” ifadesi, bu ilişkinin doğasını pekiştirir gibi görünse de, pratikleştirilmiş, yapaylaştırılmış bu bağ, annelik ve yaratıcılık arasındaki doğal ilişkiyi bozarak karanlık ve yıkıcı bir sahneye dönüşüyor. Elizabeth ve Sue arasındaki çatışma, kadınlar arasındaki bağın nasıl parçalandığını ve manipüle edildiğini anlamak için bir çerçeve sunuyor. Bu durum, Elizabeth ve Sue’nun ilişkisinde, birbirlerine duydukları öfkede açıkça görülüyor: Bu öfke, kadınlar arası dayanışmayı kıran toplumsal anlatıların bir sonucu.
Ama bu anlatıyı kabul etmek, sahiplenmek zorunda değiliz. Anlatılan bizim hikayemiz değil çünkü. Gerçek bu değil. Gerçeğe en yakın olan anlatıyı mitolojide bulmak şaşırtmasın sizi.
Demeter ve Persephone miti, anne-kız ilişkisinin dinamiğine dair daha gerçekçi bir bakış sunuyor. Bu hikaye de yine, patriyarkanın anne-kız bağını zayıflatma girişimiyle başlıyor. Persephone, Hades tarafından yeraltı dünyasına kaçırıldığında, annesi Demeter büyük bir kedere kapılır ve doğa bu kedere ortak olur. Dünya sessiz bir kışa teslim olur. Ancak Demeter’in bitmek bilmeyen mücadelesi sonunda Hades’le uzlaşma sağlanır:. Persephone yılın bir kısmını yeraltında, bir kısmını ise yeryüzünde geçirecektir. Her bahar, yeryüzüne döndüğünde doğa canlanır, çiçekler açar; sonbaharda yeraltına döndüğünde ise doğa tekrar sessizliğe bürünür. Persephone’nin yeraltı dünyasına zorla götürülmesi, kadınların kendi iradelerinden koparılmasını ve erkek egemen bir dünyaya hapsedilmesini temsil ediyor. Ancak hikayenin sonunda, Demeter ve Persephone arasında yeniden kurulan bağ, anne-kız ilişkisinin dönüştürücü gücünü gösteriyor. Patriyarkal sisteme rağmen, bu bağ yeniden inşa ediliyor ve dayanışma zafer kazanıyor.
Substance filmi ise bu bağın yeniden inşasına olanak tanımıyor. Sue ve Elizabeth arasındaki çatışma, nesiller boyunca aktarılan travmayı ve patriyarkanın bu travmayı güçlendirdiğini gözler önüne seriyor ve çatışma, çözüm yerine bir trajediye evriliyor. Deborah Levy’nin de dediği gibi, “dünya, anneleri değil, yanılsamaları seviyor.”