- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 145,715
- Tepkime puanı
- 0
Düzenin yalan söylemesi, yalan söylemek için çeşitli araçlar kullanması yeni bir olgu değil. Çığırtkan çıkartmaktan bugünlere kadar gelmişiz. İletişim organlarının rolü ilerleyen teknolojiyle birlikte büyümüş. Radyo, Televizyon ve nihayet internet. Yalanı yaymak işin sadece bir bölümü. O tarafı hallettikten sonra bir de üretme kısmına eğilmek gerekiyor. Yeterince yalan üretemezsen neyi yayacaksın? Düzen bunun için de yaratıcı çözümler geliştirmeye çalışıyor hiç durmadan. Bakanlıklar, başkanlıklar, müsteşarlıklar kuruyor. Bunun en bilinen örneği Hitler düzeninin Goebbels’i. Emrindeki binlerce kişi yalan üretiyor, o da radyodan bunları yayıyor.
Goebbels tipi yalan üretim ve yayma mekanizmalarının tıkandıkları nokta ise bir süredir insanların “resmi” yalanlara göreli bir bağışıklık kazanmış olmaları. Bu yüzden yeni yalan üretim mekanizmalarına ihtiyaç duyuluyor. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu üretim sürecine akademyayı da dahil eden, böylelikle yalanın inandırıcılığını artıran bir formül bulunuyor. Bu formülün adı yerine göre değişiyor. Kimisine Araştırma Enstitüsü, kimisine Vakıf deniyor. Ancak son dönemlerde bunlara verilen bir başka isim var: Düşünce Kuruluşu. İngilizcesi Think Tank. Bire bir çevirirsek düşünce deposu veya varili gibi bir şey oluyor.
Bir ülkenin devlet başkanlığı, başbakanlığı ya da dışişleri bakanlığının yaydığı bilgilerin inandırıcı bulunmadığı durumlarda işte bu kuruluşlar devreye alınıyor. Kim söylemiş? Düşünce Kuruluşu! O zaman tamam. Başında “koskoca’ profesörlerin bulunduğu, bünyesinde akademik ünvanlı araştırmacıların ter döktüğü bu kuruluşlar yalan söyleyecek değiller ya diye düşünmemiz isteniyor. Kaynağın yeteneğine bağlı olarak bu tuzağa düşüyoruz ya da düşmüyoruz.
Batı’da bu kuruluşların sayısı çok fazla. Faaliyet alanları çok geniş. Kimileri belirli bölge veya sorunlar üzerinde uzmanlaşıyor, kimileri ise her konuda “düşünce” üretiyor. Türkiye bu konuda Batı’ya oranla bir hayli geriden geliyordu ama son dönemde bu farkın kapandığını görüyoruz. Vakıf, Enstitü vs adları altında faaliyet gösteren düşünce kuruluşu sayısı hızla artıyor. Bazıları Batı’daki genel merkezlerine bağlı, bazıları ise doğrudan ülkenin resmî kurumlarının emir komutası altında çalışıyor. Gerçeği eğip bükme konusunda arada büyük fark bulunmuyor zira her iki grup da sermaye çıkarlarına hizmetle yükümlü.
Ukrayna cephesindeki gelişmeleri sıklıkla ele aldık bu köşede. Trump’un iktidara gelişiyle birlikte çarşı karıştı. ABD Başkanı’nın seçim vaatlerinden biri olan Rusya’yla savaşı sona erdirme hedefine ulaşmak için başlattığı girişimler devam ediyor. Riyad’da gerçekleşen ABD-Rusya toplantısından sonra geçen hafta da Ukrayna heyetiyle bir görüşme yapıldı aynı mekânda. Buradan bir ateşkes çağrısı çıktı. Rusya’nın bu çağrıya vereceği yanıtın belirleyici olacağı söylendi.
Anlayabildiğimiz kadarıyla Rusya savaşın durmasından ziyade sona ermesiyle ilgileniyor. Diplomatik dille söylersek, ateşkes değil Barış anlaşması istiyor. Buradaki hâkim mantık ise ateşkes sürecinin çok uzaması halinde başta insan olmak üzere bir çok kaynak bakımından tükenmiş olan Ukrayna’nın toparlanmasına izin vermemek. Üstelik sürecin uzaması Trump’ın isteyerek veya istemeyerek fikir değiştirmesi riskini artırabilir. Savaş devam etmek isteyen Avrupalı güçler ve onların Washington’daki güçlü müttefikleri galebe çalabilirler.
Avrupa’da ise devam eden bir tartışma var. Avrupa’yı özerk askeri ve siyasi bir güç haline getirmek. Senaryonun heyecanlı olduğunu kabul etsek de filmin sonu belli. Olacak bir iş değil. Bu kesin görünen yargının dayandığı temelleri özetlemek gerekirse: 1) Avrupa diye tek bir şey yok. Avrupa dediğimiz yarımadada bulunan ülkelerin en az yarısı ABD’siz bir gelecek hayal edemiyorlar. 2) Bu konuda ortak bir irade geliştirilse dahi silah üretimi alanında yılların gecikmesini kısa sürede tamamlamak mümkün değil. Endüstrinin dönüşü için zamana ihtiyaç var. 3) Avrupa enerji kaynakları bakımından dışa bağımlı. 4) Fransa ve (en iyi senaryoda) İngiltere’nin toplam nükleer gücü Rusya karsında caydırıcılık sınırına yaklaşamıyor.
Bu tartışmanın alevlendiği noktayı da herkes biliyor. ABD’nin vazgeçmesi halinde Ukrayna’ya askeri desteği sürdürmek ve oraya asker göndermek. Avrupalı medya organları ve düşünce kuruluşları ısrarla “Barış Gücü” vurgusu yapıyorlar. Bizdeki papağanlar da yineliyorlar. Bu büyük bir palavra. Diplomaside Barış Gücü’nün anlam ve tanımı belli. Ukrayna-Rusya savaşında taraf olan ülkelerin bölgeye gönderecekleri askerler bir ‘Barış Gücü” olarak nitelenemez. Taraf olmayı da açalım. Siz savaşan bir ülkeye silah desteği veriyor veya satışı yapıyorsanız tarafsınızdır. Diğer taraftan Barış Gücü’nün bir çatışma alanında görev yapabilmesi için savaşan tarafların onayı gerekir. Ukrayna cephesinde bu var mı? Aksine Rusya oraya gönderilecek Avrupa birliklerinin meşru hedef sayılacağını söylüyor. Demek ki ortada bir Barış Gücü filan yok. Savaşınızın haklı mı, haksız mı olduğu meselesinden bağımsız olarak ahlaksızlık etmeyecek, meselenin adını doğru koyacaksınız. Ukrayna’ya gönderilecek Avrupa askeri barış gücü değil, bir müttefike gönderilen askeri destek kuvvetidir. Bunun doğal sonucu da karşı tarafın bunu hasmane bir davranış olarak kabul etmesidir.
Şimdi bu kuramsal meselenin pragmatik tarafına geçelim. Türkiye’nin bu güce katkıda bulunması ve buradan hareketle Türkiye ile AB arasında yeni bir balayı başlaması. Ülkemizde faaliyet gösteren ve halka yalan söylemek için ödenek alan kimi Düşünce Kuruluşları da bu konuda saçma sapan haberler yayıyorlar.
Öncelikle yaptıkları analizde Barış Gücü’nden söz etmelerinin ancak iki açıklaması olabilir. Derin bir bilgisizlik ya da ağır bir kötü niyet. İsminde Rusya bulunan böyle bir kuruluş kamuoyuna seslenirken Rusya’nın Türkiye’nin bu Avrupa gücüne katılım askerlerini bölgeye göndermesine “karşı olmadığını” ileri sürebiliyor. Buraya yakından baktığımızda da iki olasılık çıkıyor karşımıza. Rusya Türkiye’nin Ukrayna cephesine ve Rus birliklerinin karşısına asker konuşlandırmasını “istiyor ama bunu pek çaktırmıyor” ya da halka utanmazca yalan söyleniyor.
Bu kurguyu kaleme alanların işi çok zor. Bir yandan Avrupa Türkiye’yi şiddetle arzu ederken bir yandan Rusya’nın da benzer duygular içinde olduğuna bizi inandıracaklar. İsminden Rusya’yı araştırdığı, yazdıklarından ise araştırmalarının sonuçsuz kaldığı anlaşılan düşünce kuruluşumuzun analizi bu noktadan itibaren 6 yaş altı çocuklara masal dinletisi kıvamına daha da yaklaşıyor. Analizin kurduğu denkleme göre, Türkiye Avrupa ile askeri işbirliğini artırarak AB’yi içine düştüğü çıkmazdan kurtarıyor, Avrupa’nın askeri siyasi bir özerklik kazanmasına yardımcı oluyor, Dinyeper boylarına Avrupa gücü içinde asker göndererek Rusya’yı mutlu ediyor, üstüne üstlük bu sayede AB üyesi olup Moskova’yı bir kez daha sevindiriyor. O arada eli değmişken Kıbrıs meselesini hallettiğini de atlamayalım.
Yazının başında söylemiştik ya halka yönelik propaganda resmî kurumlar tarafından yapılınca inandırıcılığı azaldığından devreye bu tarz kuruluşlar sokuluyor diye. Oradan baktığımızda Akepe düzeni de oyunu kurallarına göre oynuyor gibi görünüyor. Yalnız başka yerlerdeki örneklerde palavranın dozu ayarlanıp içine gerçek kimi unsurlar da konularak malzemenin hiç değilse ambalajı biraz güzelleştiriliyor. Komşunun yaptığını yapayım ama işi onun kadar çalışmadan halledeyim dediğinizde ortaya bu tarz uyduruk dizi senaryoları çıkıyor.
İşin doğrusunu özetleyelim. Evet, Avrupa’ya yeni bir askeri yapılanma oluşturmak ve Türkiye’yi de buna dahil etmek ciddi şekilde tartışılıyor. Evet Akepe de böyle bir sürece katılma konusuna ciddi ilgi duyuyor. Hayır, bu sürecin AB üyeliğiyle uzaktan yakından ilişkisi yok. Yakın zamanda küçük enişte bizi Geri Kabul Masasına oturttuğunda Akepe’nin vaadi Vizesiz Avrupa’ydı. O zaman uyarmış ve Türkiye’ye vizenin kaldırılmasının mümkün olmadığını söylemiştik. Sonuçta Geri Kabul imzalandı elimize hiç vize alamayan Türkiye kaldı. Şimdi de asker canları karşılığında AB üyeliğinden söz ediliyor. Yerseniz, yoğurtlu pilav da var!
Akepe bu işin sonucuyla değil süreciyle ilgili. Esasen sonuçlanmayacağını da biliyor. Mesele o arada Kıbrıs da dahil askeri ve siyasi alanlarda Avrupa ile yakınlaşma görüntüsü vermek suretiyle asılsız beklentiler yaratarak açlıkla boğuşan Türkiye halkını oyalamaktan ibaret. Yoksa, tıpkı bir çok Avrupa ülkesi gibi Akepe’nin de son tahlilde ABD ile askeri ittifak ilişkisini olumsuz etkileyecek ve Moskova’nın tam karşısına konumlandıracak bir stratejik tercihte bulunması mümkün değil.
AB zaten uğruna ölünecek leyla değildir ama siz siz olun telefonda ya da sosyal medyada kendisini akademisyen veya düşünce kuruluşu yetkilisi olarak tanıtıp AB üyeliğinin eli kulağında olduğundan söz edenlere aklınızı kaptırmayın.
Goebbels tipi yalan üretim ve yayma mekanizmalarının tıkandıkları nokta ise bir süredir insanların “resmi” yalanlara göreli bir bağışıklık kazanmış olmaları. Bu yüzden yeni yalan üretim mekanizmalarına ihtiyaç duyuluyor. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu üretim sürecine akademyayı da dahil eden, böylelikle yalanın inandırıcılığını artıran bir formül bulunuyor. Bu formülün adı yerine göre değişiyor. Kimisine Araştırma Enstitüsü, kimisine Vakıf deniyor. Ancak son dönemlerde bunlara verilen bir başka isim var: Düşünce Kuruluşu. İngilizcesi Think Tank. Bire bir çevirirsek düşünce deposu veya varili gibi bir şey oluyor.
Bir ülkenin devlet başkanlığı, başbakanlığı ya da dışişleri bakanlığının yaydığı bilgilerin inandırıcı bulunmadığı durumlarda işte bu kuruluşlar devreye alınıyor. Kim söylemiş? Düşünce Kuruluşu! O zaman tamam. Başında “koskoca’ profesörlerin bulunduğu, bünyesinde akademik ünvanlı araştırmacıların ter döktüğü bu kuruluşlar yalan söyleyecek değiller ya diye düşünmemiz isteniyor. Kaynağın yeteneğine bağlı olarak bu tuzağa düşüyoruz ya da düşmüyoruz.
Batı’da bu kuruluşların sayısı çok fazla. Faaliyet alanları çok geniş. Kimileri belirli bölge veya sorunlar üzerinde uzmanlaşıyor, kimileri ise her konuda “düşünce” üretiyor. Türkiye bu konuda Batı’ya oranla bir hayli geriden geliyordu ama son dönemde bu farkın kapandığını görüyoruz. Vakıf, Enstitü vs adları altında faaliyet gösteren düşünce kuruluşu sayısı hızla artıyor. Bazıları Batı’daki genel merkezlerine bağlı, bazıları ise doğrudan ülkenin resmî kurumlarının emir komutası altında çalışıyor. Gerçeği eğip bükme konusunda arada büyük fark bulunmuyor zira her iki grup da sermaye çıkarlarına hizmetle yükümlü.
Ukrayna cephesindeki gelişmeleri sıklıkla ele aldık bu köşede. Trump’un iktidara gelişiyle birlikte çarşı karıştı. ABD Başkanı’nın seçim vaatlerinden biri olan Rusya’yla savaşı sona erdirme hedefine ulaşmak için başlattığı girişimler devam ediyor. Riyad’da gerçekleşen ABD-Rusya toplantısından sonra geçen hafta da Ukrayna heyetiyle bir görüşme yapıldı aynı mekânda. Buradan bir ateşkes çağrısı çıktı. Rusya’nın bu çağrıya vereceği yanıtın belirleyici olacağı söylendi.
Anlayabildiğimiz kadarıyla Rusya savaşın durmasından ziyade sona ermesiyle ilgileniyor. Diplomatik dille söylersek, ateşkes değil Barış anlaşması istiyor. Buradaki hâkim mantık ise ateşkes sürecinin çok uzaması halinde başta insan olmak üzere bir çok kaynak bakımından tükenmiş olan Ukrayna’nın toparlanmasına izin vermemek. Üstelik sürecin uzaması Trump’ın isteyerek veya istemeyerek fikir değiştirmesi riskini artırabilir. Savaş devam etmek isteyen Avrupalı güçler ve onların Washington’daki güçlü müttefikleri galebe çalabilirler.
Avrupa’da ise devam eden bir tartışma var. Avrupa’yı özerk askeri ve siyasi bir güç haline getirmek. Senaryonun heyecanlı olduğunu kabul etsek de filmin sonu belli. Olacak bir iş değil. Bu kesin görünen yargının dayandığı temelleri özetlemek gerekirse: 1) Avrupa diye tek bir şey yok. Avrupa dediğimiz yarımadada bulunan ülkelerin en az yarısı ABD’siz bir gelecek hayal edemiyorlar. 2) Bu konuda ortak bir irade geliştirilse dahi silah üretimi alanında yılların gecikmesini kısa sürede tamamlamak mümkün değil. Endüstrinin dönüşü için zamana ihtiyaç var. 3) Avrupa enerji kaynakları bakımından dışa bağımlı. 4) Fransa ve (en iyi senaryoda) İngiltere’nin toplam nükleer gücü Rusya karsında caydırıcılık sınırına yaklaşamıyor.
Bu tartışmanın alevlendiği noktayı da herkes biliyor. ABD’nin vazgeçmesi halinde Ukrayna’ya askeri desteği sürdürmek ve oraya asker göndermek. Avrupalı medya organları ve düşünce kuruluşları ısrarla “Barış Gücü” vurgusu yapıyorlar. Bizdeki papağanlar da yineliyorlar. Bu büyük bir palavra. Diplomaside Barış Gücü’nün anlam ve tanımı belli. Ukrayna-Rusya savaşında taraf olan ülkelerin bölgeye gönderecekleri askerler bir ‘Barış Gücü” olarak nitelenemez. Taraf olmayı da açalım. Siz savaşan bir ülkeye silah desteği veriyor veya satışı yapıyorsanız tarafsınızdır. Diğer taraftan Barış Gücü’nün bir çatışma alanında görev yapabilmesi için savaşan tarafların onayı gerekir. Ukrayna cephesinde bu var mı? Aksine Rusya oraya gönderilecek Avrupa birliklerinin meşru hedef sayılacağını söylüyor. Demek ki ortada bir Barış Gücü filan yok. Savaşınızın haklı mı, haksız mı olduğu meselesinden bağımsız olarak ahlaksızlık etmeyecek, meselenin adını doğru koyacaksınız. Ukrayna’ya gönderilecek Avrupa askeri barış gücü değil, bir müttefike gönderilen askeri destek kuvvetidir. Bunun doğal sonucu da karşı tarafın bunu hasmane bir davranış olarak kabul etmesidir.
Şimdi bu kuramsal meselenin pragmatik tarafına geçelim. Türkiye’nin bu güce katkıda bulunması ve buradan hareketle Türkiye ile AB arasında yeni bir balayı başlaması. Ülkemizde faaliyet gösteren ve halka yalan söylemek için ödenek alan kimi Düşünce Kuruluşları da bu konuda saçma sapan haberler yayıyorlar.
Öncelikle yaptıkları analizde Barış Gücü’nden söz etmelerinin ancak iki açıklaması olabilir. Derin bir bilgisizlik ya da ağır bir kötü niyet. İsminde Rusya bulunan böyle bir kuruluş kamuoyuna seslenirken Rusya’nın Türkiye’nin bu Avrupa gücüne katılım askerlerini bölgeye göndermesine “karşı olmadığını” ileri sürebiliyor. Buraya yakından baktığımızda da iki olasılık çıkıyor karşımıza. Rusya Türkiye’nin Ukrayna cephesine ve Rus birliklerinin karşısına asker konuşlandırmasını “istiyor ama bunu pek çaktırmıyor” ya da halka utanmazca yalan söyleniyor.
Bu kurguyu kaleme alanların işi çok zor. Bir yandan Avrupa Türkiye’yi şiddetle arzu ederken bir yandan Rusya’nın da benzer duygular içinde olduğuna bizi inandıracaklar. İsminden Rusya’yı araştırdığı, yazdıklarından ise araştırmalarının sonuçsuz kaldığı anlaşılan düşünce kuruluşumuzun analizi bu noktadan itibaren 6 yaş altı çocuklara masal dinletisi kıvamına daha da yaklaşıyor. Analizin kurduğu denkleme göre, Türkiye Avrupa ile askeri işbirliğini artırarak AB’yi içine düştüğü çıkmazdan kurtarıyor, Avrupa’nın askeri siyasi bir özerklik kazanmasına yardımcı oluyor, Dinyeper boylarına Avrupa gücü içinde asker göndererek Rusya’yı mutlu ediyor, üstüne üstlük bu sayede AB üyesi olup Moskova’yı bir kez daha sevindiriyor. O arada eli değmişken Kıbrıs meselesini hallettiğini de atlamayalım.
Yazının başında söylemiştik ya halka yönelik propaganda resmî kurumlar tarafından yapılınca inandırıcılığı azaldığından devreye bu tarz kuruluşlar sokuluyor diye. Oradan baktığımızda Akepe düzeni de oyunu kurallarına göre oynuyor gibi görünüyor. Yalnız başka yerlerdeki örneklerde palavranın dozu ayarlanıp içine gerçek kimi unsurlar da konularak malzemenin hiç değilse ambalajı biraz güzelleştiriliyor. Komşunun yaptığını yapayım ama işi onun kadar çalışmadan halledeyim dediğinizde ortaya bu tarz uyduruk dizi senaryoları çıkıyor.
İşin doğrusunu özetleyelim. Evet, Avrupa’ya yeni bir askeri yapılanma oluşturmak ve Türkiye’yi de buna dahil etmek ciddi şekilde tartışılıyor. Evet Akepe de böyle bir sürece katılma konusuna ciddi ilgi duyuyor. Hayır, bu sürecin AB üyeliğiyle uzaktan yakından ilişkisi yok. Yakın zamanda küçük enişte bizi Geri Kabul Masasına oturttuğunda Akepe’nin vaadi Vizesiz Avrupa’ydı. O zaman uyarmış ve Türkiye’ye vizenin kaldırılmasının mümkün olmadığını söylemiştik. Sonuçta Geri Kabul imzalandı elimize hiç vize alamayan Türkiye kaldı. Şimdi de asker canları karşılığında AB üyeliğinden söz ediliyor. Yerseniz, yoğurtlu pilav da var!
Akepe bu işin sonucuyla değil süreciyle ilgili. Esasen sonuçlanmayacağını da biliyor. Mesele o arada Kıbrıs da dahil askeri ve siyasi alanlarda Avrupa ile yakınlaşma görüntüsü vermek suretiyle asılsız beklentiler yaratarak açlıkla boğuşan Türkiye halkını oyalamaktan ibaret. Yoksa, tıpkı bir çok Avrupa ülkesi gibi Akepe’nin de son tahlilde ABD ile askeri ittifak ilişkisini olumsuz etkileyecek ve Moskova’nın tam karşısına konumlandıracak bir stratejik tercihte bulunması mümkün değil.
AB zaten uğruna ölünecek leyla değildir ama siz siz olun telefonda ya da sosyal medyada kendisini akademisyen veya düşünce kuruluşu yetkilisi olarak tanıtıp AB üyeliğinin eli kulağında olduğundan söz edenlere aklınızı kaptırmayın.