Dinlerin baş belası Anadolu

Elizabet

Administrator
Yönetici
Katılım
Ocak 16, 2025
Mesajlar
145,704
Tepkime puanı
0
Dr. Hüseyin Karakuş

MİLAT ÖNCESİ-SONRASIYLA ANADOLU


Anadolu, coğrafi olarak yarımada şeklinde Asya’nın en batısında oluşmuş çıkıntıdır. Biz her ne kadar Türkiye tarifi alışkanlığı ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini Anadolu yarımadası içine alsak da, gerçek coğrafi yarımada tarifi, İskenderun körfezinden Artvin’e uzanan çizginin sol tarafında yer alan Asya topraklarını içerir.

Anadolu adı eski Yunancada “anatole” (Güneş’in doğup yükseldiği yer) kelimesinden dilimize geçmiştir. Eski Yunancada “anatole” adı, “anatello” (yükselen, yükselmek) kelimesinden türetilmiştir. (Doğu, yakın doğuya ait, Avrupa’nın doğusuna ait, Osmanlı ülkesinde yaşayan) anlamlarına gelen Latince “orient”, Fransızca “levantin”, İbranice “mizrah”, Aramice “midnah” kelimeleri, hep kendi dillerinde “yükselen” kelimesinden türetilmiştir. Rus ve Ukrayna erkek adı anatoli, anatoly, Fransız erkek adı anatole, anatolius, anatol, (Güneş’in doğumu) anlamında eski Yunancadan alınmıştır. Avrupa tarihinde, tarımın “Bereketli Hilal”den Avrupa’ya geldiği yol olarak Anadolu topraklarının ayrı bir önemi vardır.

2.png

Anadolu, coğrafi olarak ön Asya’da Antakya-Artvin arasındaki bir çizgiyle ayrılan, Avrupa Asya arasında köprü özelliğinde yarımadadır.

Anadolu’da insan atalarının varlığı bir milyon yıl öncesine tarihlenmiştir. 2014 yılında insansılar (hominid) tarafından yontulduğu anlaşılan bir taş parçası Gediz nehri alüvyonlarında bulundu. Bu yontma taşın bir milyon 200 bin yaşında olduğu tespit edildi. MÖ 500 bin-10 bin yılları arası paleolitik yerleşim kanıtları Yarımburgaz Mağarası (İstanbul), Karain, Öküzini, Beldibi, Belbaşı, Kumbucağı ve Kadıini mağaralarında (Antalya) bulundu. Homo sapiens’in Avrupa’ya geliş yolu ile ilgili iki tez vardır. Kurgan (bozkır) tezine göre proto Hint Avrupa insanı, Hazar üstünden Rusya, Ukrayna yoluyla gelmiştir. İngiliz arkeolog Colin Renfrew ise 1987 yılında neolitik dönemde Anadolu üzerinden Avrupa’ya geçiş olduğunu belirterek Anadolu tezini geliştirdi. Son yıllarda Neolitik döneme ait Çatalhöyük, Çayönü, Nevali Cori, Aşıklı Höyük, Boncuklu Höyük, Hacılar, Göbeklitepe, Karahantepe, Norşuntepe, Köşk Höyük, Yumuktepe buluntuları Anadolu tezini güçlendirmiştir.

Anadolu, aynı zamanda Avrupa’ya yayılan Hint Avrupa dil topluluğunun anavatanıdır. MÖ 9000’li yıllarda Anadolu insanı avcı toplayıcılıktan tarıma geçti ve kentler kurdu. Anadolu’da kayıtlara geçmiş ilk medeniyet MÖ 2500’lü yıllarda Orta Anadolu’da yaşamış Hattiler ve biraz doğusunda Hurrilerdir. Başkentleri Hattuşa (Boğazkale) idi. Hattiler yazının henüz icat edilmediği erken tarih öncesi medeniyetti. Hattilerle ilgili bilgileri onların yerine yerleşen Hititlere ait çivi yazılı tabletlerden öğrenmekteyiz. Hattiler çok tanrılı (politeist) pagan bir halktı. Tarım toplumu olduklarından tanrıları su, toprak, Güneş, fırtına kaynaklı olmuştur. Fırtına tanrısı Taru bir boğa ile, güneş tanrısı Furusemu leopar ile temsil edilirdi. Hattilerin son dönemlerinde, doğudan gelen Asurların, güneydoğudan akınlar yapan Akadların izine rastlanır. Asurlar yazıyı Mezopotamya’dan Anadolu’ya taşıyan aracı medeniyet oldu.

MÖ 17. yüzyılda Kafkas üzerinden bir Hint Avrupa halkı olan Hititler (MÖ 1700-1200) Orta Anadolu’ya yerleştiler. Hititlerin doğuda komşuları Asurlar ve güneydoğuda Mitannilerdi. Hititler pagan inançlı politeisttiler. Çevre halkların inançlarını da benimsediklerinden senkretik bir inanç yapısına sahiptiler. Mitolojik olarak Kenan (Filistin, Lübnan) bölgesi ve Hurrilerin tanrılarından etkilendiler. Tanrılarının yine doğa kaynaklı (Güneş, hava, dağ, aşk) olduğunu görüyoruz.

3.png

Manisa’da Gediz nehri yatağında yapılan kazılarda Yontma Taş Çağı’na ait, insan eliyle işlenmiş bir taş parçası bulundu. Keşif, insanların sanıldığından daha eski tarihlerde Anadolu’dan Avrupa’ya geçtiğini gösterdi.

MÖ 1200’lü yıllarda Hitit uygarlığının çökmesiyle birlikte Hitit ülkesinin kuzeybatı ve orta Anadolu topraklarına Trakya üzerinden gelen Frigler yerleştiler. Doğu topraklarını Asurlar işgal ettiler. Batı ve güneybatıda Luvi halkının yaşadığı topraklarda İon liman kentleri, Lidya, Karya, Likya gibi küçük devletler kuruldu. Bu devletlerin Yunan inanç ve mitolojisinden etkilenen politeist, pagan tanrısal inançları vardı.

Pagan Romalılar Anadolu’ya MÖ 133’te yerleşmeye başladığında Anadolu toprakları üzerinde Büyük İskender’in devamı olan Selevkos devleti, Pontus, Bergama, Bithynia, Kapadokya krallıkları, Galatlar ve doğuda Ermenistan Krallığı vardı. Romalılar kısa sürede bu küçük krallıkları yıkarak bütün Anadolu’yu ele geçirdiler.

Çok kültürlülük
Kapitalist düzenden önce ulus kavramı yoktu. Tek tanrılı dinsel ve mezhepsel cemaati ifade eden millet kavramı vardı. Örneğin Osmanlı’da Müslümanlarla birlikte Rum milleti, Ermeni milleti ve Yahudi milletinin varlığını kabul edilirdi. Putperest, dinsiz olarak tanımladıkları paganları millet olarak görmezler, yok edilmesi gereken güruh olarak görürlerdi. Din, mezhep tek başına milleti ifade ederken, farklı dili konuşan, farklı dini, gelenekleri olan ama aynı topraklar üzerinde aynı ekonomik sosyal yaşamı paylaşan insan topluluklarına en genel tanımıyla halk, ahali deniyordu. Farklı cemaatler komşu köylerde, feodal kentlerde, limanlarda, pazarlarda birlikte yaşayabiliyordu. İnsanlar, pazar birlikteliği nedeniyle birden fazla dili konuşabiliyor ve/veya anlayabiliyordu. İktidarların ulusal (etnik) kimliği yoktu; dinsel örtüyle kaplı dilsel, coğrafi ve kültürel kimlikleri vardı. Tek tanrıya inanan yönetimler, işgal ettikleri toprakların yerleşik pagan inanışlı (çok tanrılı) halklarını dinsiz kabul ediyor, sıfır tolerans gösteriyordu. Paganları öldürmek veya yakalayıp köle yapmak en doğal eylemdi. Bütün tek tanrılı semavi dinlerde kölecilik, olağan uygulamalardı. Hıristiyanlığı geç kabul eden Slavlar, Müslümanlığı geç kabul eden Türkler dönemlerinin en büyük köle kaynağı oldular. Pagan halklara zorla, yönetimin dini hâkim kılınıyordu. Yayılmacı özelliğe sahip Hıristiyanlık ve İslamiyet birbirine de tahammülsüzdü. Tehlike olarak görülmeyen ve aynı tanrıya inandıkları, eski peygamberlerini kabul ettikleri Yahudilere karşı daha hoşgörülüydüler. Yayılmacı dinlerin genel politikası, tam hâkim oldukları yerlerde zorla asimilasyon uygulamak, hâkim olmadıkları yerlerde hoşgörüyle dine davet etmekti.

4.jpg

MÖ 500 bin-10 bin yılları arası paleolitik yerleşim kanıtları Karain (Antalya) mağarasında bulundu.

Üç semavi dinin de yayılma odağı Ön Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa’nın kesişme noktası olan Akdeniz çevresidir. Tarih boyunca din savaşlarının yaşandığı topraklardır burası. İki yarımadanın dinler savaşında özel bir yeri vardır: Afrika ile Avrupa’yı bağlayan İber yarımadası ve Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan Anadolu yarımadası. Doğal olarak yayılmacı Hıristiyanlık ve İslamiyet, en kanlı kavgalarını bu yarımadalarda yapmışlardır. Sonuçta İber Hıristiyanların, Anadolu Müslümanların elinde kalmıştır.

Gelen geçenin eksik olmadığı bir köprünün üstünde adamın biri “ben peygamberim” diye nutuk atmaya başlamış. Başına bir anda küfreden, alay eden, merak eden kalabalık toplanmış. Derken peygamber adayı, başına isabet eden bir taşla yere devrilmiş. Herkes kaçışmış. Kanlar içindeki peygamber adayına bir ihtiyar yaklaşmış. “Behey oğul, peygamberliği ilan edecek, herkesin zorunlu geçtiği köprüden başka bir yer bulamadın mı? Şöyle bir kenarda konuşsaydın kafana taş yemeden sana inanacak bir iki salak bulabilirdin” demiş.

Bir köprü özelliği taşıyan Anadolu yarımadası, onlarca medeniyetin yuvasıdır aynı zamanda. Devletler yıkılır halklar kalır. Örneğin kadim Anadolu uygarlıklarından Frigler, Kimmer saldırılarıyla yıkıldı; Lidya uygarlığı, Pers işgaliyle yıkıldı. Peki işgal sonrası Frig halkı ve Lidya halkı ne oldu? Direnenler öldürüldü, direnmeyenler istilacılar tarafından vergiye bağlanarak kendi topraklarında yaşamaya devam ettiler. İstilacılarla birlikte gelen göçer kabileler, boş veya boşalan topraklara yerleşerek yerli halka komşu oldular. Kültür ve evliliklerle kaynaştılar. Her yeni işgal ve istilada bu durum tekrarlandı. Savaşla eksilen yerli halk, yeni gelenlerle çoğaldı. Kültür, yeni gelenlerin kültürüyle değişti.

5.jpg

Hitit Hattuşa sfenks kapısı.

Kültürel değişim her zaman zenginleşme anlamına gelmez. İşgalcilerin kültürü içindeki inanç faktörü örgütlü dine dönüşmüşse baskı özelliği kazanır. Bedenen teslim olanın, fikren de teslim olması istenir. Baskı, tüm yaşam biçimini belirleme iddiasıyla kültürel yoksulluk ve yozlaşmaya neden olur. Bu öncelikle baskının sonra da dinin getirdiği sığlık ve yozlaşmadır. Ne yazık ki Hıristiyanlık ve sonrasında İslamiyet, işgalci iktidarı kullanarak Anadolu kültürünü dinsel baskı altına almak istemiştir. Anadolu toprakları çok kültürlü zenginlik içerir. “Din değiştirmeler, ihtida hadiseleri, göçler, işgaller, savaşlar ve benzeri sebepler farklı inanç ve kültürel unsurların bir araya gelmesine neden olmaktadır. Böylelikle farklı inanç ve kültür ortamında yaşamak durumunda kalan şahıslar ve onlarca benimsenen gelenekler bilinçli ya da bilinçsiz şekilde hem bu yeni ortamdan etkilenme hem de onu şu ya da bu şekilde etkileme durumunda olurlar. Bu karşılıklı etkileşim, kaçınılmaz olarak çeşitli bakış açılarında ve anlayışlarda değişimi beraberinde getirir. Bu durum, sonunda, dinsel ve kültürel senkretizm dediğimiz bir sürecin yaşanmasına yol açar ki bunun uzantısı olarak yeni din yorumları, mezhepleşmeler ve hatta zamanla yeni dinsel hareketler ortaya çıkar.” Çok kültürlülük, inancı değil, düşünceyi ve halklar arası hoşgörüyü besler. Çok kültürlü toplumlar ekonomik, sosyal, siyasi açıdan haksızlık ve zorbalığa, inançsal açıdan safsata ve hurafelere karşı çıkmanın potansiyelini bünyesinde barındırırlar. Bu nedenle gerek Hıristiyanlığın gerekse İslamiyet’in en büyük akılcı muhalifleri, aykırı tipleri, gerçek monistleri Anadolu topraklarında doğmuştur.

Dinlerin takıntısı monizm ve düalizm
Teolojide tek tanrılı dinler monist olma iddiasındadır. Ötekileri düalist veya politeist olmakla suçlarlar. Dinde monizm, tek cevherin (töz, tanrı) varlığına inanmaktır. Düalizm birbirine indirgenemeyen, eşit güçte iki ayrı cevherin varlığına inanmaktır. İyilik-kötülük, doğruluk-yanlışlık, aydınlık-karanlık çağlar boyunca süregelen ikilemlerdir. Bilim ve felsefenin, zıtların birliği ve evrimsel değişim-devrimsel dönüşüm teorileriyle kendi içinde çözümlediği ikilemlere, teoloji bir türlü çözüm bulamadı. İnsan düşüncesi açısından ortada yadsınamaz kötülük varken; iyilik ve doğruluğun tek sahibi tanrının, kötülüğü yok etmemesi ve kullarını sürekli kötülük ve günahla sınaması teolojinin en büyük sorunudur. Sen kalk, kötünün ve edepsizliğin sahibi şeytanı yok etme, aksine kullarını takip et, kayıt tut, şeytana uyanları topla cehennemde yak, öbür dünya kavramını günah-sevap, şeytana uyma-uymama, cennet-cehennem üzerine kur; ama kulların hem monizmden dem vursunlar hem de sürekli şeytana uyma korkusu yaşasınlar. Olacak iş değil.

Çok tanrılıyken sorun kolayca çözümleniyordu. Bazı tanrılar kötünün, bazıları iyinin temsilcisi oluyorlardı. Tanrılar, aralarında bir sürü macera yaşıyorlardı. Pagan mitolojileri bu tür öykülerle doludur. Tek tanrılı inanca geçince ortalık karıştı. İyiliğin temsilcisi tanrı oldu. Kötülüğün temsilcisi tanrının yarattığı ve cennetten kovduğu bir melek olan şeytan (iblis) oldu. Tanrının yanında melek nedir ki, esamesi okunmaz dendi. Ama tanrı, kötülüğün ve edepsizliğin temsilcisi iblisi yok etmedi. Kullarını sınamak için kullanmaya başladı. Bu tek tanrılı inanca monizm dendi. Sonra bazı monistler, dünyaya kötülüğün hâkim olduğunu görüp galiba şeytan, tanrıdan daha güçlü diye düşünmeye başladılar. Sürekli günah işleme ve cezalandırılma korkusu yaşayacağımıza güçlü şeytanın yanında oluruz dediler. Düalist satanist oldular.

Aslına bakarsanız dinsel monist denilenler, dinsel monizmi savunup dinsel düalizmi (ikiliği) yaşıyorlardı. Birinci güç olarak tanrıyı tanıyorlar ama ömürleri ikinci güç olan şeytana uymamak, günah işlememek, günahları affetmesi için tanrıya yalvarmakla geçiyordu. Belli ki tanrının meleği şeytan, kulları kandırıp kendine uydurmakta tanrıdan becerikliydi.

Sonra birileri, inançta iyilik ve kötülüğün sahibi olarak tanrı ile şeytanın yarıştırılmasının doğru olmadığını söylediler. Çünkü iyilik ve kötülük ayrı şeyler değildi. İnsan zihninde oluşan aynı öze ait yorum farkıydı. Bu anlamda şeytan diye ayrı bir oluşum da yoktu. Hepimiz yaptıklarımızla tanrının bir görünümüne veya şeytanın bir görünümüne dönüşebilirdik. Önümüzdeki görev, yaptıklarımız ve yaşadıklarımızla tanrının görünümü olmakta ısrar etmek yani kâmil insan olmaktı.

Dinsel monistler bu “birilerini” tanrı ile şeytanın güçlerini eşitleyen, tek güce inanmayan, iki ayrı cevheri kabul eden anlamında dinsel düalist (dinsel ikicilik) olarak suçladılar. Oysa gerçek dinsel monizmi (dinsel tekçilik) savunan ve yaşam pratiğinde de dinsel monizmi yaşayanlar dinsel düalist diye suçlanan bu kişilerdi. Doğa tekti ve tanrının ta kendisiydi, tanrı tekti ve doğanın ta kendisiydi. İnsanlar diğer varlıklar gibi tanrıyı oluşturan parçalardı. Cennet-cehennem, tanrı-şeytan hatta öbür dünya-bu dünya ikilemini yaşamadan, doğayla uyum halinde yaşama gayreti içindeydiler. İlkel pagan kabileler de böyle yaşıyormuş, ama çok tanrıya inanıyorlarmış, kimin umurunda.

Heretikler (sapkın), Ortodokslar ve Heterodokslar
Sapmak bir anlamda çizgisel geometrik bir ifadedir. İki nokta arasında bir çizgi, yol vardır. Bu yolu her uzatan çizgi eğilmiş, doğru hattan ayrılmış sapmış demektir. Buradaki doğruluk felsefi olarak yanlışın zıttı anlamında değil, iki nokta arasında çizilerek belirlenmiş en kısa mesafe anlamındadır. Doğru kabul edilenle sapmışların ortak özelliği aynı ilk noktadan çıkmaları ve aynı ikinci noktada sonlanmalarıdır. Doğru hattan ayrılan zorunlu olarak iki nokta arasındaki mesafeyi uzatacaktır. Geometride işimiz kolaydır. Aynı noktadan başlamış ve aynı noktada sonlanmış çizgilerin kalınlıklarını dikkate almadan bir cetvelle iki nokta arasında düz bir çizgi çekersiniz. Bu çizgi ile aynı izdüşüme sahip çizgi doğru çizgidir. Diğerleri sapmış çizgilerdir.

6.png

Hititlerin devlet kurduğu Anadolu toprakları. Hititler ya da Etiler, Tunç Çağı’nda Anadolu, Levant ve Kıbrıs’ta varlık göstermiş bir halktır.

Ancak teolojik monizmde işimiz zordur. Önce teolojik olarak iki noktayı belirlemeliyiz ki doğru olanı tespit edelim. İnanç anlamında birinci çıkış noktası tanrının varlığına inanmak, ikinci varış noktası tek tanrıya inanmaktır. Herkes tanrının varlığına ve tek tanrıya inandığını söyleyerek her iki noktayı da kullanıyorsa buradaki sapma; yaşam pratiğinde düalizmin yaşanmasıdır. Geometrideki cetvelin yerini, dinde yaşam pratiği almaktadır. Semavi dinler Ortodoks denilen çoğunluğa öbür dünya-bu dünya, cennet-cehennem, günah-sevap, helal-haram, şeytana uymak-tanrıya uymak ikilemleri ile sürekli düalizmi pompalamaktadır. Toplumda çoğunluğu oluşturup kalın çizgi olmaları onları baskın kılsa da, gerçekte sapkın olanlar Ortodokslardır. Heterodokslar özde monizmi savunsalar da azınlık oldukları için heterodoksturlar. “Ortodoksi, genellikle egemen yaygın anlayış için kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle, kendini çoğunluğun inancını ifade eden merkezi din anlayışıyla ve egemen siyasal güçle özdeşleştiren dinsel yorum, asıl doğru öğretiyi savunduğu ve doğru ve kabul edilebilir inançların temsilcisi olduğu iddiasıyla kendisini ortodoks olarak tanımlamıştır. Bu durumda merkezi din anlayışının dışında kalan görüş ve akımlar ise heterodoksi olarak görülmüştür. Bu anlamda heterodoksi, çoğunluğun ya da bazı durumlarda siyasal gücün doğru ve kabul edilebilir saydığı resmi öğretinin dışında kalan her türlü akımı ifade etmektedir.” (Şinasi Gündüz) İslamiyet’te çoğunluğun baskınlığıyla Sünniliği ortodoks ilan etme taktiğini Anadolu’da Fuad Köprülü uygulamıştır. İnançsal ve felsefi temeliyle monist bir karaktere sahip Anadolu Aleviliğini de heterodoks ilan etmiştir. Kendilerine ortodoks diyenler, cezalandırılmayı hak ettikleri (!) ölçüde radikal saptığını düşündükleri heterodokslara heretik demişler ve bütün heterodoksların heretik kabul edilip cezalandırılacakları bir gün mutlaka gelmiştir.

Heretik suçlamasının bir diğer nedeni kutsal metinlere yaklaşımda ortaya çıkmaktadır. Çoğunluğun (ortodoksi) temsilcisi olan dogmatikler, kutsal metinlerde yazılanların birebir uygulanması, yorum kabul edilmemesi gerektiğini savunurlar. Kutsal metinlerin yorumlanmadan kullanılması mümkün değildir. Emir, tavsiye ve olaylar yığını olan, ortaya çıktığı çağın ve toplumun kültürel özelliklerini barındıran kutsal metinler, kendi bütünlüğü içinde ve çağın getirileri dikkate alınıp yorumlanarak yol gösterici değer kazanabilir. Dogmatiklerin yaptıkları ise, kutsal dedikleri metinler için kendi yorumlarına kutsiyet kazandırmaktır. Böylece kendileri gibi yorumlamayan herkes kutsal kitaba karşı çıkmakta, heretik olmakta, cezalandırılmaları gerekmektedir. Türkiye’de tarihselci yorumlarıyla aydınlatıcı olmuş Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, İhsan Eliaçık, Cemil Kılıç gibi popüler ilahiyatçılar dogmatik ortodoksinin gazabına uğramıştır. Dogmatikler, isteklerine kutsal metinlerin yetmediği yerlerde hadis gibi yeni kutsal metinler türeterek, manevra alanlarını genişletirler.

Yayılmacı dinler
Max Müller’in sınıflamasına göre üç grup din vardır. Aktif olarak yeni inanan arayan yayılmacı-misyoner dinler (Hıristiyanlık, İslamiyet, Budizm), kapalı sisteme dönüşüp misyonerlikle uğraşmayanlar (Yahudilik, Hinduizm, Zerdüştlük), antik sönmüş dinler (Taoizm, Konfüçyüsçülük). Uzak Doğu dini olarak Budizm Anadolu’da etkin olamadı. Meydan Hıristiyanlık ve İslamiyet’e kaldı. Anadolu’da Hıristiyanlık ortalama bin yıl hüküm sürdü, Müslümanlık ise ortalama 950 yıldır hüküm sürüyor. Hakimiyetleri döneminde rakip yayılmacı dini temizlediler ama rahata eremediler. Kendi içlerinden çıkan ve çoklu kültürle beslenen “sapkınlar” başlarına hep bela oldu.

7.jpg

Kroisos’un MÖ 561-546 dolaylarında Lidya’da bastırdığı para örnekleri.

Yayılmacı dinlerde (İslam, Hıristiyan) dini eğitim görünümü altında ekonomik, politik-askeri zorlamalar söz konusudur. Yayılım yöntemleri en iyi Arap inanç literatüründe kategorize edilmiştir.

Davet (misyonerlik), en masum görünen yöntemdir. Paganlar ve diğer semavi dinler hedef alınır. Elde bir baskı gücü bulunmasa da ekonomik ve sosyal söz vermelerle kişiler misyon dini kabul etmeye davet edilirler.

Tebliğde, mahalle baskısı gücü vardır ama yasalar ve demokrasi gibi gerekçelerle zora dönüşememiştir. Mahalle baskısının tüm aşamalarını kullanırlar. Hem diğer semavi dinden olanlar hem de misyon dinden sapmış kabul edilenlere davet özelliği taşır.

İrşad, misyon din içinde sapmış olanları dini görevlerini yerine getirme, doğru yola girmelerini isteme etkinliklerini içerir. Baskı gücü yeterlidir. Doğru yola girmeleri için uyarma, mahalle baskısı, yasal baskı, gerekirse incitme (!) uygulanır. Kanada’da Papanın, İnuit’lere yaptıklarını itiraf ettiği gibi kültürel soykırıma dönüşebilir. Sünni İslam’ın devlet dinine dönüştüğü Türkiye’de Alevi köylerine cami yapılması, imam atanması, cem evlerine ibadethane statüsü tanınmaması, zorunlu din dersleri buna örnektir. Misyoner dinlerin çağımızda en sık kullandığı yöntemdir.

Emir ve nehiyde, misyon dinin mutlak siyasi ve askeri baskı hakimiyeti vardır. Paganlara öldürmek şeklinde sıfır tolerans, diğer semavi dinlere ya kabul et ya terk et baskısı uygulanır. Emir “yapacaksın, olacaksın”, nehiy “yasak, yapmayacaksın” baskısıdır. Hıristiyanlık ise Engizisyon mahkemeleri ile aynı baskıyı uygulamıştır.

Benzer yöntemlerle Hıristiyanlık 350-1071 arası tüm Anadolu’yu Hıristiyan yaptı. İslamiyet 1071-1923 arası tüm Anadolu’yu Müslüman yaptı.

Sugur avasım
İki yayılmacı din, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in ortaçağda komşu olup didiştikleri iki coğrafi bölge vardır. Anadolu yarımadası ve İber yarımadası. Didişme diyorum çünkü hâkim oldukları ve diğer dinle komşu oldukları alanlarda biri engizisyonla diğeri emir ve nehiyle karşı dini veya dinleri baskılarken arada saldırıları göğüslemek için tampon bölgeler yaratmışlardı. Tampon bölgeleri aşarak karşı tarafa ganimet ve yıpratma akınları düzenlediler. İki arada bir derede kalan ara bölge halkı ise göçebe olarak, ikili oynayarak hayatta kalmaya çalıştı. Bu dünyada kalma mücadelesi o kadar yoğun ve gerçekti ki, dinlerin getirdiği öbür dünyanın nimetleri de, cezaları da, onlar için bir anlam ifade etmiyordu. İşte bu ara tampon bölgelere sugur-avasım bölgesi denir. Tarsus, Adana, Antakya’dan Erzurum’a uzanan, 100-200 km enindeki, 800 km uzunluğundaki alan Anadolu sugur avasım bölgesiydi ve 638’den 1071’e kadar 430 yıl ara bölge olarak kaldı. Kimi zaman tamamı Müslümanların veya Hıristiyanların hâkimiyetine geçse de birkaç yıl içinde tekrar ara bölgeye dönüştü. Anadolu sugurunun üst kesiminde Hıristiyan Bizans yer alırken, Ortadoğu’ya uzanan alt kesimine Arap Müslümanlar hâkimdi.

8.png

Ortodoks olduğunu söyleyenler tarih boyunca heterodoks olduğunu söylediklerini yok etmeye çalıştılar.

Sugur ve avasım Arapça kökenli kelimelerdir. Sugur “geçit, düşman saldırısına açık yer, sınır” anlamına gelen “sagr” kelimesinin çoğuludur. Avasım ise “korunan, korunaklı güvenli bölge” anlamındadır ve sugur bölgesinin arkasındaki daha güvenli bölgeyi ifade eder.

Aslında Hıristiyan Roma ile Müslüman Arapların ilk karşılaşması Peygamber Muhammed zamanında Eylül 629’da Mutah savaşı ile olmuş, yenilen Arap güçleri Medine’ye çekilmişti. Arap Müslümanlar 634 yılından itibaren Arap yarımadasından kuzeye doğru yayılmaya başladığında yukarı Mezopotamya sahipsiz görünümdeydi. Bizanslar ile Sasaniler arasında yukarı Mezopotamya’da yüzyıllardır süren hâkimiyet savaşlarının ardından Sasani devleti yıkılırken yorgun Bizans’ın Güneydoğu Anadolu ve Suriye’deki hâkimiyeti zayıflamıştı. 634-638 yılları arasında Halife Ebubekir ve Ömer’in iktidarlarında kuzeye ilerleyen Arap kuvvetleri, Bizans ordusunu yenerek tüm Suriye’yi ele geçirdiler. Yukarı Mezopotamya’ya hâkim olup Torosların doğu ucuna kadar geldiler.

Müslüman Arap ordularını durduramayan Bizans İmparatoru Heraklius, İç Anadolu’ya doğru geri çekilirken Antakya ile Erzurum arasında uzunluğu 800 km, genişliği 100-200 kilometre olan bir alandaki halkı boşalttı. Bu alanı çevreleyen coğrafyadaki halka milis özelliği tanındı. Boşalan alandaki ürünleri yaktı. Düşmana barınak olacak kaleleri yıktı. Bu alan üzerinde düşmanın geçmesi zorunlu Amanos, Bolkar, Tahtalı, Aladağlar, Akdağlar, Binboğa, Çamlıbel, Tecer ve Mescit dağlarındaki geçitleri tutan profesyonel sınır birlikleri (Akritay) ve göç etmeyen halktan yerel halk milisleri (Apelatay) oluşturdu. Dağ tepelerinde ateş yakılarak Malatya’dan İstanbul’a bir saat içinde düşman saldırısı haberi ileten sinyal sistemi kuruldu.

638’den 1071’e kadar süren sugur bölgesi, sosyal yapı olarak iki aşamalıdır. Birinci aşama 638-720 yılları arasıdır. Bizans cephesinde Hıristiyan Bizans ordusu, profesyonel muhafız birlikleri, yerel dağlı ve kentli Hıristiyan Rum, Ermeni halklar, yerel milisler vardır. Arap cephesinde Müslüman Arap ordusu ve akıncılar vardır. İkinci aşamada 720-1071 arası sugur bölgesi çok renklendi. Bizans cephesinde heretik Hıristiyan Pavlikanlar İslam tarafına geçerek kuzeyde Divriği Pavlikan devletini kurdular. Güneyde dağlı Hıristiyan Mardaitler çıkarlarına göre özerk yaşamaya başladılar. Hem Bizans hem Abbasi zulmüne ve baskısına karşı çıktılar. Arap cephesi daha da karışıktı. Emevi ve Abbasi döneminde Müslüman istilaları doğuda Hindistan ve Maveraünnehir topraklarına uzanmıştı. Araplar işgal ettikleri yerlerde mal ganimetlerinin yanı sıra, kadın çocuk ve erkeklere köle ganimetler olarak el koydular. Kadın ve çocukları cariye olarak kullanırken, erkek köleleri yeteneklerine göre değerlendirdiler. Türklerin at binme, at üstünde ok atma gibi savaşçı akıncı özelliklerini biliyorlardı. Müslümanlığı kabul etmiş Horasanlı, Orta Asyalı Türkler hatta Hint kaynaklı Sayabiceler, Zutlar gibi binlerce kişilik köle grupları sugur bölgesine tampon güç olarak yerleştirildiler. Yalnızca Tarsus’a 5 bin kişi yerleştirildiği, bunun üç bininin Horasanlı olduğu bilinir. Böylece kuzey Mezopotamya’daki avasim kentleri güvence altına alındı.

9.png

Mardaitlerin Antakya’da yaşama alanları.

Sugur bölgesinde ölüm tehlikesi her zaman olsa da Hıristiyan, Müslüman, pagan farklı inançtaki etnik halklar, ortak pazar ve kültür mozaiği oluşturdular. Müslüman ve Hıristiyan topraklarına mevsimsel ganimet akınları devam ederken sugur halkları kendi içlerinde kültürel inançsal hoşgörüye dayalı barışı yaşadılar. Bu dönemin özelliklerini yansıtan en karakteristik eser Rumca yazılı “Digenes Akritas” şiirsel halk destanıdır. Modern Yunan edebiyatının da başlangıcı kabul edilen 3000-4000 satırlı bu destanda; Kapadokya bölgesinde, Andronikos adında bir Dukas prensinin beş oğlu varken karısı Anna, bir kız çocuğu için dua eder. Kızları Eirene doğduğunda, kahinler bir gün bir Arap emiri tarafından prensesin kaçırılacağını söyler. Kehaneti engellemek için Eirene küçük yaştan itibaren sarayda bir grup muhafız ve dadı korumasına alınır. Bir gün babası sefere çıktığında, Eirene hizmetçileriyle birlikte pikniğe gider ve dönüşte sarayın yolunu kaybederler. O sırada, Kapadokya’yı işgal eden Mousour adında genç bir Suriye prensi, prensesi ve arkadaşlarını bulur, âşık olur ve onları sarayına götürür. Prensesin beş kardeşi kız kardeşlerini kurtarmak için emirle savaşırlar ve yenerler. Yenilgiye uğrayan emir, kardeşlere teslim olur ve Eirene’ye olan aşkını itiraf ederek evlenmelerine izin verirlerse Hıristiyan olacağına söyler. Mousour sonunda vaftiz olur ve evliliklerinden sonra Eirene, Digenes Akritas adlı oğullarını doğurur. Eserin ikinci kısmında kahraman Digenes Akritas’ın gelişimi, insanüstü mücadeleleri vardır. Sugur bölgesi Digenes Akritas destanını yaratmıştır. Bu destan çoklu-kültür olgusunun kahramanlıkla ifadesidir.

Sugur bölgesi Bizans ve Arapların yararlandığı en zengin pazar özelliği kazandı. Araplar Yunan bilimini, matematik ve tıbbı, sugur bölgesinde Bizans’tan öğrendiler ve katkıda bulundular. İlgili kitaplar Yunanca ve Süryaniceden Arapçaya çevrildi. Aynı eserler bu kez İber’deki Endülüs Emevi sugurunda Arapçadan Avrupa dillerine çevrilerek yayıldı. Sugur bölgesi aynı zamanda esir değişiminin yapıldığı, fidyelerin ödendiği yerdir.

Mardaitler
Burada aslen Hıristiyanlığı kabul etmiş olan ama Hıristiyanlığı sosyoekonomik yaşamları gereği pagan gibi yaşayan Mardaitlere özel bir vurgu yapmalıyız. Mardaitler Amanos dağlarını mekân edinmiş hayvancılıkla uğraşan göçebe Hıristiyan dağ köylüleridir. Amanos dağları (Nur dağları) Maraş’tan Hatay Samandağ’a uzanan ortalama 175 kilometre uzunlukta, 2240 m yükseklikte bir dağ sırasıdır. Ormanlarla kaplıdır. Üzerindeki Belen geçidi ve Bahçe kapısı (Amanian kapısı) geçidi, kuzeybatı Suriye’den Anadolu’ya geçiş kapılarıdır ve tarih boyunca stratejik öneme sahip olmuştur. Dağ geçitlerine hâkim olan Mardaitler, Bizans ve Arap tarihinde kendilerinden söz ettirmişlerdir. Amanos Karadağ tepesine kurulu Cürcüman kenti merkezli olduklarından Araplar Mardaitlere Ceracime derler. “Etnik kökeni bilinmeyen ve Bizans Devleti’ne karşı yarı bağımsız bir topluluk olan Cerâcime, İslâm-Bizans sınırı boyunca, bir Bizans tarihçisinin ifadesiyle, Anadolu’nun savunmasında “tunçtan bir duvar” teşkil ediyordu. Cerâcime’nin, ilk fetihler sırasında İslâm ordularının Suriye’nin kuzey taraflarına doğru ilerleyişinin durdurulmasında Bizans’ın sınır muhafızı olarak önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır.” Bizans kaynaklarında Mardaitler “asi, sapkın, eşkıya” olarak geçerler. Mardaitlerde Hıristiyan olmak, özel bir önem arz etmez. Bizans-Arap savaşları esnasında zorlu dağ koşullarının göçebe yaşantısında Mardaitlere kim daha iyi olanaklar sağlarsa onun yanında yer almışlardır.

10.png

Sugur avasım bölgesinde kale ve geçitler.

Toplumların sosyoekonomik yapısı onların inancını, tanrıyı algılayışını belirler. Tarımla uğraşan yerleşik toplumlarla, hayvancılıkla uğraşan göçebe toplumların tanrıdan beklentisi; buna bağlı olarak tanrıya yaklaşımı farklıdır. Tanrının yaratıcı, koruyucu, cezalandırıcı özelliklerinden söz edilir. Koruyuculuk ve cezalandırıcılık, somut doğa olaylarındaki gücün tanrısal yorumundan doğmuştur. Üretimi etkileyen bütün doğa olayları (fırtına, sel, kuraklık, hastalık, yağışlar, deprem) cezalandırıcılık kapsamına girer.

Tarım toplumları, doğa olaylarına karşı aciz ve çaresizdir. Kaçmak, kaçırmak, korunmak ve korumak mümkün değildir. Boşluğa ağlaşmak ve bağrışmanın üst aşaması bir “şey”e yalvarmaktır. “Şey” hiç yoktansa bir umut içerir. Yalvarmak dışında ellerinden bir şey gelmez. Doğa olayları ile yok olan ürün, açlık ve ölüm anlamına gelir. Bu nedenle her an ürünü yok etme gücüne sahip olduğunu düşündükleri tanrılarına sınırsız bağlanma, tapma eğilimleri vardır. Tanrıyı din aracılığıyla günün her saatine, yaşamın her alanına söz ve davranışları ile sokarlar. Tarım toplumları her türlü soyut ilahi inanışlara ölümüne bağlanmaya yatkındırlar.

Hayvancılıkla uğraşan göçebe toplumların doğa olaylarına karşı ürünlerini (hayvanlarını) kaçırma koruma olanakları vardır. Mevsimsel göç ederek kuraklık ve fırtına gibi felaketleri atlatabilirler. Tanrısal felaketlere karşı tanrıya yalvarmak ve tapmaktan ziyade onu kızdırmamak, iyi geçinmek için ritüellerle ilişki kurmak isterler. Doğadaki değişimleri gözlemleyerek önlem almak, tanrının işaretlerini algılayarak onu anlamak, diyalog kurarak, sorun çözmek demektir. Bu nedenle doğa olayı öncüllerini yorumlayan klanın yaşlılarına büyük saygı vardır. İnançları, ulaşamayacakları bir tanrıya yalvarma çaresizliği içermez. Dinleri yaşamın üstüne çıkmaz, yaşamın bir parçası olur. Peygamberli dini kabul etmiş olsalar bile seküler yaşam koşulları dinin üzerindedir.

Mardaitlerde de öyle olmuştur. Tarihçi Steven Runciman “Haçlı Seferleri” adlı eserinde Mardaitlerin Araplarla savaşında dinlerinin etkili olmadığını, onurları ve bağımsızlıkları için savaştıklarını söyler. Emevilerin en güçlü olduğu dönemde Müslüman akınlarının Toroslar üzerinden İstanbul kapılarına ulaşmasını engelleyen Mardaitler, Abbasi hâkimiyetinde iken Arap zulmüne karşı isyanın da öncüsü oldular. Abbasi hakimiyetinde 752 yılında Baskinta’lı Mardait prensi İlyas yönetiminde Baskinta ve Mutaymirah isyanları ile Lübnan’ı ele geçirip Bekaa vadisine kadar geldiler.

11.jpg

Göbeklitepe’den bir görüntü.

Mardaitlerle baş edemeyen Bizanslar ve Araplar, onları yerlerinden ederek çözüm buldular. Bizans imparatoru Justinianus, aralarının iyi olduğu dönemde daha iyi yaşam koşulları bahanesiyle 12 bin Mardaiti Antalya bölgesine yerleştirerek Arap donanmalarına karşı savaşmak üzere denizci yaptı. Bugün Antalya tarihinde Mardaitlerin özel bir yeri vardır. İslam hâkimiyet bölgesinde kalan Mardaitler de yerlerinden edilerek kuzeydeki sugur illerine dağıtıldılar.

Mardaitler tarihte en sık olarak Lübnan kökenli Hıristiyan heretiklerinden Marunilerle karıştırılır. Suriye kökenli Nusayriler ve Dersim bölgesi Mardilerle ilintisini kuranlar da vardır.

HIRİSTİYANLIĞIN BELALISI ANADOLU

İsa’yı çarmıha geren Roma, 350 yıl sonra resmi din kabul ederek, hâkim olduğu Avrupa’ya Hıristiyanlığın yayılmasına vesile oldu. Daha önce yaptığı heykelleri pagan putları diye imha etti. Roma, imparatorluğa dönüşerek Akdeniz’i bir iç deniz haline getirmiş, ortalama 2200 yıl sürmüş (MÖ 753-MS 1453) bir devlettir. MS 117 yılında Trajan zamanında en geniş topraklara (5 milyon km kare) en büyük nüfusa (55-60 milyon) ulaşmıştır. Bu nüfus; zamanında toplam dünya nüfusunun beşte birini oluşturuyordu.

Pagan oldukları halde Romalılar, Yunanlılardan farklı olarak tanrılarını kişileştirmemişlerdi. Değer verilen her kişi, şey veya yerin numina denilen kutsal bir ruha, öze sahip olduğuna inanılıyordu. Roma cumhuriyetinde senatörler aynı zamanda kutsal ruhların rahipleri kabul ediliyordu. Roma İmparatorluğu’nda kültleşen ve büstleşen imparatorlar tüm kutsal ruhları kendinde toplayarak tanrılaştılar. Romalılar, fethettikleri yerlerdeki halkın tanrılarına, tapınaklarına ve rahiplerine karışmadılar. Hatta törenlerde, Roma rahipleri ile yerel din temsilcilerinin yan yana durmalarına izin verdiler.

12.png

MÖ 1200 yılı Anadolu halkları.

Milat, Hıristiyanlığın kurucusu olan İsa’nın, Yahudiye eyaletinde Nasıra’da doğumuyla başlar. 30-33 yaşlarında (MS 30-33) Yahudi haham ve şifacı İsa, yeni bir din olarak değil Yahudiliğin yeni bir yorumu olarak Hıristiyanlıktan söz ediyordu. Hıristiyanlık, Yahudi Hıristiyanlığı adıyla Yahudiliğin bir sapkınlığı olarak doğdu. Ele geçirdikleri topraklardaki inanışlara karışmayan Roma, “yeni din uydurarak ortalığı karıştırıyor” ihbarını değerlendirerek İsa’yı yakaladı, ölüm cezası verdi ve çarmıha gerdi. Buna rağmen havari denilen 12 inanan önder aracılığıyla Yahudi Hıristiyanlığı yayılmaya devam etti. O zamanlar gizli yaptıkları ayinlerin adı kiliseydi. Yakalanan Yahudi Hıristiyanlar ölümle cezalandırılıyordu.

Tüccar, asker ve göç yolları, ticaret ve seyahat rotaları izlenerek Yahudi Hıristiyanlar öncelikle Suriye ve Anadolu’ya yayıldılar. 150 ile 250 yılları arası yüz yılda, 50 binden bir milyon inanana ulaştılar. 200 yıllık süreçte Hıristiyanlık, Yahudilik mezhebi olmaktan ayrıldı yeni bir din kimliğine büründü. Tevrat ve Zebur eski ahit olarak kabul edilirken, yeni ahit olarak İnciller yazıldı. Roma’da MS 64 yılında Nero zamanında başlayan Hıristiyan Yahudi katliamı 250-312 yılları arasında yaygınlaştı. Hıristiyanlığı Anadolu’da yaymaya çalışan Pavlus ve Petrus ilk öldürülen havariler oldu. En büyük katliamı yapan imparator Diocletian’dan sonra gelen I. Konstantin Hıristiyanlığı kabul etti ve 313’te Milano fermanı ile Hıristiyanlık yasallaştı. MS 391’de ise İmparator Theodosius I’in fermanı ile Hıristiyanlık dışındaki tüm dinler yasaklandı.

Hıristiyanlığın yayılmasında beş aşama vardır.

1) Roma’da yasak olduğu dönem: Suriye üzerinden Anadolu’ya ve kuzeydoğu Afrika’ya (İskenderiye, Mısır) yayılmıştır. Devlet dini olarak Hıristiyanlığı yasallaştıran ilk krallık Ermenistan oldu (311).

2) Yasak sonrası İmparatorluk içi yayılma (313-800): Roma İmparatorluğu’nun kapsama alanındaki Latin, İon, Germen, Frank ve Anglosakson halkları süreç içinde Hıristiyanlığı kabul ettiler.

3) Geç ortaçağ Avrupası ve Asya yayılımı (800-1500): Bulgar, Çek, Slovak, Sırp, Hırvat, Macar, Leh, Romen, Slav, Gürcü ve İskandinav halklarına yayılım, Portekiz ve İspanya’da reqonguista yayılımı.

13.png

Augustus dönemindeki Roma İmparatorluğu’nun sınırları.

4) Erken sömürgeci dönem (1500-1700): İspanya ve Portekiz tarafından Hindistan, Meksika ve Güney Amerika’ya yayılım. Fransa tarafından Kanada, Kuzey Amerika, Batı Afrika ve Batı Hint Adaları’na yayılım. Hollanda tarafından Endonezya, Güney Afrika, Curaçao, Yeni Gine’ye yayılım. İngilizler tarafından Kuzey Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda, Asya ve Afrika’ya yayılım.

5) Geç sömürgeci dönem Afrika Asya yayılımı (1700-günümüz): Zaire, Kongo, Tanzanya, Kenya, Uganda, Gana, Çin vd. yayılımı.

Hıristiyanlık 30-313 yılları arasında zulüm gören din olmaktan, 391 sonrası zulmeden din aşamasına geçti. Zulmeden Hıristiyanlığın birinci döneminde hedef Avrupa pagan halkları ve sapkın kabul ettiği tarikatları yok etmek oldu. İkinci dönemde buna 632’den sonra yayılmacı aşamaya geçen İslamiyet, diasporalaşan Yahudilik ve Amerika, Asya, Afrika pagan halkları eklendi.

Evrenselliği hedefleyip dünyaya yayılan Hıristiyanlık, iç sorunlarını konuşup çözümlemek için ekümenik konsiller düzenledi. Hıristiyanlarda yüksek düzeydeki din adamlarının kilise yönetiminin inanç ve ibadetle ilgili sorunları tartıştığı toplantılara konsil adı verilir. Ekümenik, genelleme ifadesidir. İnsanların ayak bastığı, ikamet ettiği tüm dünya anlamına gelir. Ekümenik konsil tüm Hıristiyan toplumunu ilgilendiren en büyük toplantıdır. Hıristiyanlığı kabul eden ilk Roma İmparatoru Konstantin’den itibaren Hıristiyanlık için özel öneme sahip yedi ekümenik konsil toplandı. Yedi toplantının hepsi Anadolu topraklarında gerçekleşti.

1) Birinci İznik Konsili (325) İznik İnanç Bildirgesi’ni kabul etti. Ariusçuluğu sapkın ilan etti. Paskalya tarihini belirledi. Kudüs, Roma, İskenderiye, Antakya piskoposlukları öne çıkarıldı.

2) Birinci İstanbul (Konstantinopolis) Konsili (381) Ariusçuluk ve Makedonyacılığı düşman ilan etti. Montanizm sapkın ilan edildi.

3) Efes Konsili (431) Tanrı ve İsa eşitlendi. Meryem Ana tanrıyı doğuran, tanrının annesi kabul edildi. Nestorianizm sapkın ilan edildi.

4) Kadıköy (Kalkedon) Konseyi’nde (451) Eutychian monofizitizm reddedildi. İsa’da insan ve tanrı özünün birliği kabul edildi.

5) İkinci İstanbul Konsili’nde (553) Nasturilik tartışıldı. Orijenizm reddedildi.

6) Üçüncü İstanbul Konsili (680-681) monotelitizmi ve monoenerjizmi reddetti.

7) İkinci İznik Konsili (787) ikonların kutsallığını yeniden onayladı.

Sonraki ekümenik toplantıları, Katolik ve doğu Ortodoks kiliseleri ayrı ayrı yaptılar.

Çoğunluğu (ortodoksi) temsil eden dini görüşlerden farklı olan her görüş, sapkın ilan edilme potansiyeli taşır ve yayılımı oranında tehlikeli kabul edilir.

14.png

Alnına ve çenesine haç oyulmuş Afrodit başı, Roma’da paganlığın terk edilip Hristiyanlığın resmi olarak kabulünden sonra put olduğu düşünülen birçok eser yok edildi.

Hıristiyanlığı Roma imparatorluğunun devlet dini kabul eden 380 tarihli Selanik Fermanı ile (heretizm) sapkınlık terimi kayıtlara geçti ve önlem olarak yaptırım uygulanması gündeme geldi. Selanik fermanıyla birlikte kilise otoritesiyle devlet otoritesi birleşerek günümüze kadar süregelen ve her türlü işkenceyi içeren uygulamaların kapısı açıldı. Resmi onaylı ilk uygulama 385’de oldu. Kilise dışında köy evlerinde toplantılar yapan piskopos Priscillian altı arkadaşıyla birlikte idam edildi. Kayıtlı son uygulama 1826’da İspanya’da okul müdürü olan Katalan Cayetano Ripoll’ün öldürülmesidir. Çocuklara deizmi aşılıyor gerekçesi ile İspanya Katolik engizisyonu müdürün kazığa oturtularak yakılması kararı verdi. Halkın tepkisiyle karar yumuşatıldı, sadece idam edildi.

Erken Hıristiyanlık döneminde Yahudi Hıristiyanlığı, pagan çok kültürlülüğün hoşgörüsünden yararlanarak en kolay Anadolu’da yayıldı. Aziz Pavlus Roma iktidarından gizli olarak bütün Anadolu’yu dolaştı, vaazlar verdi. Pagan Anadolu halkı onu ele vermedi. Dünyada Hıristiyanlığı ilk kabul eden halk Ermeni halkı oldu. Nevşehir Kapadokya bölgesindeki Kaymaklı, Derinkuyu, Özkonak, Mazı ve Güzelyurt yeraltı şehirleri ilk Hıristiyanların Roma devlet zulmünden saklanma yeri oldu. Ne ilginçtir ki sonraki dönemde aynı yeraltı şehirleri Ortodoks Hıristiyan zulmüne karşı Pavlikanların ve diğer heretiklerin saklanma yeri olmuştur. Hıristiyanlığın daha ilk yayılım zamanlarından itibaren kendi içinde farklı görüş ve yorumlara tahammülsüzlüğü vardı. Aziz Pavlus’un mektuplarında ve vaazlarında İncil’i farklı yorumlayan ilahiyatçılara karşı oldukça sert bir dil kullandığı biliniyor. Şimdi özellikle dindar yaşam tarzı, tanrının ve İsa’nın neliği, ebedi kurtuluş ve kutsallarla ilgili farklı yorumları olan Anadolu’da yetişen ve gelişen Hıristiyan ilahiyatçılığa bakalım.

Doketizm
Hıristiyan tarihinde illüzyonistler olarak da bilinir. Erken Hıristiyanlık döneminde Anadolu’da 191-203 tarihlerinde ortaya çıkmış, 325 yılında 1. İznik Konsilinde sapkın ilan edilmiştir. Doketizmin yorum kaynağı Antakya piskoposu aziz Serapion’dur. Antakyalı Serapion teolojik yazılarıyla tanınan dönemin baş ilahiyatçılarındandır. Birkaç yazı dışında bütün eserleri yok olmuştur. Tarihçi Eusebius kitabında Serapion’un üç eserine değinir. Serapion yazılarında İsa’nın tarihsel ve beşeri olarak hiç olmadığını, hiç yaşamadığını bir yanılsama olduğunu savunur. Bu görüşün ardında İsa’nın varlığı ile birlikte tek tanrıcılığın tartışılabilirliği endişesi vardır. Serapion’un eserleriyle birlikte 325 yılından sonra Doketizm Hıristiyan tarihinden silinmiştir.

15.png

Casa Massimo fresklerinde din savaşları.

Sırası gelmişken Hıristiyanların heretizmi ve heterodoksiyi imha aşamalarına değinelim. Birinci aşamada “sapkınların”, lider-inanan ayrımı yapılmadan, ibret olsun diye meydanlarda halkın huzurunda yakılmak, kazığa oturtulmak şeklinde öldürülmesidir. Öldürmeden önce engizisyon denilen din adamlarından oluşan bir mahkeme kurulur. Hıristiyanlığa inanmayan veya farklı yorumlayanlardan açık ifadesi olanların yargısı kolaydır. Dinden sapmış veya dinsiz kararı verilip öldürülür. Asıl yargılama iyi Hıristiyan olduğunu söyleyen şüphelilere yapılır. Ruhban takımı, istedikleri itirafı almak için onlara akla hayale gelmez işkenceler uygular. İspanya Cordoba’da sergilenen engizisyon işkence aletleri Hıristiyanlığın yüz karasıdır. İşkencede tek gerekçe itiraf almaktır. Kişi, tüm masumluğuna rağmen işkence görmektense hemen öldürülmek için suçlamaları kabul eder. Canlı canlı yakılmak veya kazığa oturtulmak bile engizisyon işkencelerine tercih edilir. İnfaz edileceklerin ilan edilmesine rağmen, meydana infazı izlemek için gelmeyen kişiler dahi tespit edilip soruşturulur. İkinci aşamada sapkınlığı anlatan her doküman, anımsatan her bulgu yok edilir. Bu nedenle heretik inançların birçok dokümanı günümüze ulaşamamış, mezarlar bile yok edilmiştir. Bazı inanışların varlığından onu lanetleyen eserlerin anımsatmasıyla ve ekümenik karar kayıtlarıyla haberdar olabildik. Üçüncü aşama, heretizmin varlık kanıtlarının, heretizmin yok olmasından yıllar sonra bulunsa bile saklayanlarla birlikte yok edilmesidir.1 Örneğin 692 tarihli Trullo Konsili’nin 95. Kanonunda heretiklerin birçoğunun Galatia’dan doğduğundan; Novatianlarla Tetraditlerin heretik olduğundan söz edilir. Tarihte Novatianlar ve Tetraditlerle ilgili hiçbir belgeye, el yazmasına rastlayamayız. Sempatizan toplantılarında okunan, yorumlanan el yazmaları, mektuplar olmadan hiçbir düşünce yayılamazdı. El yazmaları, bulunduranlarla birlikte yok edildi. Bizans’ın Pavlikanların bir bölümünü öldürmeyip Trakya’ya sürmesi Avrupa’yı sarsan Bogomil, Waldens, Kathar heretizmine kaynak oluşturmuştur.

Markionizm
Marcion, Pontus’ta Sinoplu bir rahibin oğludur. Bu nedenle Sinoplu Marcion olarak bilinir. Gemisiyle Akdeniz’de ticaretle uğraştı, 140 yılında Roma’ya yerleşti. Burada Suriyeli bir gnostik olan Cerdo’yla tanıştıktan sonra düşünceleri değişti. Eski ahit, yeni ahit ve Pavlus’un mektuplarını yeniden gözden geçirdi. Pavlus’un vaaz ettiği İncil’deki tanrı ile eski ahitteki tanrının birbirine zıt olduğu görüşüne vardı. Ona göre eski ahitteki tanrı tutarsız, kıskanç, öfkeli ve intikamcıydı. Yeni ahitte ise dünyaya merhamet ve sevgi ile yaklaşan bir tanrı vardı. Marcion erken Hıristiyanlıkta Pavlus ekolünün en önemli savunucusudur.

Montanizm
Montanizmin kurucusu Montanus, Ege bölgesinde Frigya’nın Ardaban köyünde doğdu. Önceleri pagan bir Kibele rahibiydi. Sonra Hıristiyan oldu. Bölgesinin en ateşli Hıristiyanlık savunucusu iken MS 135 yıllarında kendisine vahiy geldiğini, tanrı ile iletişim kurduğunu açıkladı. Bu nedenle din literatürüne “yeni kehanetcilik” olarak geçti. Montanus, Ardaban Pepuza bölgesini, Kudüs’ten sonraki yeni kutsal yer ilan etti. (Bu nedenle Pepuzianlar diye de adlandırılırlar) Bütün Hıristiyan ileri gelenlerini buraya davet etti. Mesih’in ikinci kez bu topraklarda görüneceğini söyledi. Montanus kendisiyle birlikte hemşerisi iki kadını da (Priscilla ve Maximilla) yeni peygamber ilan etti. Ege’deki coşkulu ayinler Hıristiyan dünyasını karıştırdı. Kimileri aforozdan söz ederken kimileri Montanus’un dikkate alınmasını istedi. Kilise Montanistlerin sürekli çoğalması nedeniyle Montanus ve kadın peygamberlerle görüşmesi için bir heyet gönderdi. Yasaklansa da yayılmanın önü alınamadı. Latin Hıristiyanlığının babası ve Batı teolojisinin kurucusu kabul edilen Tertullian’ın Montanist olmasının büyük yankısı oldu. Tertullian, “Bedenin Dirilişi Üzerine” adlı eserinde, Kutsal Ruh’un Yeni Kehanet aracılığıyla kutsal yazılardaki belirsizlikleri ortadan kaldırdığını yazar. Tembris vadisinde (Eskişehir Porsuk vadisi) bulunan 249-279 tarihli yazıtlar Yeni Kehanet’e bağlılığı açıkça ortaya koyar. Montanizm Ege, İç Anadolu’dan Kartaca ve Kuzey Afrika’ya kadar yayıldı. MS 381 İstanbul konsilinde sapkın ilan edildiler. Peygamberlerine ölümüne inanan montanistlerin teslim olmak, vaftiz edilmek yerine kiliseleri içinde kendilerini toplu olarak yaktıkları bilinir. Etkisi çok azalsa da Frigya’da Montanizmin yüzyıllarca devam ettiği, 9. yüzyılda Montanistlerle Pavlikanların mektuplaştığı kayıtlara geçmiştir.

Pavlikanlar
Pavlikanlar Ermeni kökenli Bizans Hıristiyan heretiklerdir. Hıristiyan dünyasında ortalama bin yıl süren varlıkları boyunca Balkanlarda Bogomil, İtalyada Waldens, Fransa ve İspanya’da Kathar heretizminin esin kaynağı olmuşlardır. “Bizans heretiklerinin ortaya çıkışıyla ilgili üç nokta üzerinde durulur. Birincisine göre, heretik gruplar, feodal kesimin baskısına karşı, emekçi sınıfların tepkisi sonucu doğmaktadır. İkinci yaklaşımda, heretikler etnik ve coğrafi etkenlere bağlıdırlar. Bu bağlamda onlar, Ermeniakon, Bulgar veya Phrigya bölgeleriyle birlikte düşünülür… Üçüncü olarak da heretikler, Maniheistlerle veya Gnostik denilen, düalizm ile sıkı bağlantısı olan fırkalarla ilişkilendirilmişlerdir. Bunlar arasında sonuncusu en yaygın olanıdır. “Eğer bir grup heretik olarak nitelendirilirse, doktrininin içeriği çok fazla hesaba katılmadan Maniheist damgasını yemiştir” (Sakin Özışık) Ermeniler, Hıristiyanlık öncesi Pers kökenli Maniheizmden etkilendiği söylenen bir pagan halktı. Maniheizme göre evrende aydınlık ve karanlığın mücadelesi vardır. Evrenin karanlığı içinde dünyanın doğası, varlığıyla bir aydınlıktır. Doğaya ihtiyaçlar dışında her müdahale aydınlığa zarar verir, karanlık içindeki tutsaklığa hizmet eder.

16.png

843-844’te Pavlikanların katledilmesini gösteren bir çizim.

Ermeniler, Roma yasaklarına rağmen Hıristiyanlığı kabul eden ilk halk oldular. Ancak sosyal yaşamlarıyla uyumlu pagan düşünce tarzı, her zaman Hıristiyan inanışlarını sorgulamalarına neden oldu. Bu sorgulama heretik akımların doğmasına zemin hazırladı. Hıristiyanlıkta ilk karşı çıktıkları şey, halkın beslemek zorunda olduğu, üretmeyen, çalışmayan hiyerarşik bir ruhban sınıfın varlığıydı. Bu besleme grup, söylediklerine Tanrı’nın emri olarak uymalarını; ikon dedikleri haç, İsa, Meryem resimleri ve heykelleri önünde diz çöküp tapmalarını istiyordu. İkonlara ve ritüellere de karşı çıktılar. (İkonoklast) Çocukların vaftiz edilmesini ve İsa’nın tanrının oğlu olduğu iddialarını reddettiler. Eski ahiti kabul etmediler. Günümüz tarihçileri Pavlikanların Maniheizmden çok Adoptiyonist2 olduklarını savunurlar.

Ermeni Pavlikanlar, Bizans kaynaklarında Paulician, Arap kaynaklarında Beyalika olarak geçer. Paulikianer, pavlikianlar, Polisyenlik, Pavliniki, Pavlusçuluk, Pavlosyen, Paulisianizm, Pavlakiler, Paulikianos diğer adlandırmalardır. Pavlikanlar kendilerine “evrensel havari kilisesinin üyeleri” derlerdi. Tarihte üç ayrı isim kaynağından söz edilir. Anadolu’ya Hıristiyanlığı yayan aziz Paul, maniheist bir kadın olan Kallinike’nin John ve Paul isimli çocukları ve 3. yüzyılda Antakya Patriği olan Samosata’lı (Adıyaman Samsat) Paul. Pavlikan adı ilk kez 719 tarihli Dvin Konsili kayıtlarında cezalandırılması gereken “Pavlikan denilen o uygunsuz kimseler…” olarak geçer. Demek ki Pavlikanlar 8. yüzyılda varlığı bilinen bir akımdır. Pavlikanların ilk yönlendirici önderi olarak Konstantin Silvanus bilinir.

Pavlikanlar Sugur avasım bölgesi halklarındandır. Yaşam coğrafyasının gereği savaşçı bir özelliğe sahiptiler. Hem Hıristiyan hem Müslüman liderler Pavlikanlarla iyi geçinmeye çalışmışlardır. Bizans imparatorlarının savaşlarda yanlarında görmeyi istedikleri Pavlikanlar; Hıristiyan dini eserlerde şeytan ve yılan olarak betimlenmiştir. Sonraki yüzyıllarda ortodoks Müslümanlığın Kızılbaşlar için kullandığı ensest iftirasını, daha önce Ortodoks Hıristiyanlık, Pavlikanlar için kullanmıştı.

Pavlikanların ikinci büyük örgütçü lideri 9. yüzyılda Sergius’dur. Özellikle İmparatoriçe Theodora, 842-843 yıllarında Pavlikanların kökünü kurutmak için katliamlara girişti. 100 bin Pavlikan öldürüldü. Sergius savaşçıları ile birlikte Malatya emirinden yardım istedi. Onun desteği ile Divriği Erguvan bölgesine yerleştiler. Bizans akınlarına karşı İslam suguru oldular. Aynı zamanda Pavlikanizmin misyoneri olan Sergius, çok sayıda kilise kurdu. Bizans kiliselerini at ahırı olarak kullandı. Sergius’un 34 yıllık liderliğinden sonra Pavlikanların başına eski bir Bizans ordu komutanı olan Karbeas geçti. Karbeas artan Bizans saldırılarına karşı Abbasi halifesinden yardım istedi. Malatya emiri Ali’nin kontrolünde Divriği Erguvan bölgesinde Pavlikan Tephrike (Divriği) devletçiğini kurdu. 855 yılında inşa ettiği Divriği kalesi ile Bizans akınlarını durdurdu. 860’da büyük bir Bizans ordusunu yenen Karbeas devletini Sinop’a kadar genişletti. 863 Poson savaşında Bizans’a yenilerek öldürüldü. Yerine yeğeni Chrysocheir geçti. Yenilgiye rağmen Bizans için tehdit olmaya devam eden Pavlikanlar, son olarak imparator 1. Basil’in ordusuna yenildiler. Taranta (Darende), Sebaste (Sivas), Melitene (Malatya), Zabarta (Doğanşehir), Samosata ve Divriği’deki bütün Pavlikan ve Müslüman askerler öldürüldü. Divriği kalesi ve içindeki kiliseler yıkıldı. Kadın ve çocuklardan oluşan büyük bir Pavlikan nüfusu Trakya’ya sürüldü. Balkanlara sürülen Pavlikanlar sonraki yüzyıllarda Bogomilciliğin inanç kaynağı oldular. Katliamdan kurtulanlar kuzeyde Ermenistan’a güneyde Tarsus’a kaçtılar. Kuzeye gidenler sonradan gelişen Tondrakyan hareketine katıldılar. Bugün Divriği kalesi harabeleri durmaktadır. Malatya, Arapkir Onar köyündeki ikonoklast kaya mezarları büyük olasılık Pavlikanlara aittir.

Tondrakyanlar
Tondrakyanlar da Pavlikanlar gibi Hıristiyanlığın Ermeni kökenli, heretik akımıdır. Anadolu Hıristiyan heretikleri içinde Mardaitler, Pavlikanlar ve Tondrakyanların yaşamlarında sosyal yön inançsal yönden daha ağır basar. Bu nedenle Hıristiyan Bizansların ve Müslüman Arapların baskı ve biat istemlerine karşı gelmiş, savaşmışlardır. Tondrakyanlarda bu dik duruşa anti-feodal mücadelenin de eklendiğini görüyoruz. Tondrakyanlar, ruhun ölümsüzlüğü, ahiret ve kilise hiyerarşisine karşı çıktılar. Dinsel ayinleri reddettiler. Kilise ve toprak ağalarına karşı köylünün toprak mülkiyetini ve sosyal yaşamlarında kadın erkek eşitliğini savundular. Kurucu liderleri Symbat Zarehawanc, Ortodoks Ermeni ve Bizans kiliselerinin teolojisini, kutsal mekânlarını ve dini ritüellerini reddetti. Tondrakyanlar sosyal yönlerinin ön plana çıkmasından dolayı kayıtlarda Tondrakyan hareketi olarak geçer.

17.png

Bizans’ın heretikleri sürgün yönleri.

Hareketin ilk doğuş noktası Van bölgesinde Tendürek dağının yamacındaki Tondrak (Tendürek) kasabasıdır. Ermenistan Ayrarat ve Syunik bölgesel prensliklerinde kilise ve toprak ağalarının köy mülkiyetini gasp ettikleri yerlerde Tondrakyanlar toplanmış, mücadele vermiştir. İlk ortaya çıkışları Tatev Manastırının kuruluşu ile başlar. Ermenistan Syunik eyaletinde, yüksek bir plato üzerinde, Tatev köyü yakınlarında, 906 yılında, Syunik piskoposluk merkezi olacak manastır kompleksi yapımına başlandı. Ortalama bin keşişin yaşadığı manastır, dini kullanan tam bir feodal organizasyondu. Manastır ihtiyaçlarını karşılamak için Syunik kralı Vasak tarafından 47 çevre köyün topraklarına el konuldu. Ayrıca 677 köyden piskoposluk giderleri için ondalık adıyla vergi alınıyordu. Köylüler Tondrakyanlar önderliğinde kral ve kilise otoritesine karşı çıktılar, topraklarını savundular. Hareketin başına Symbat geçti. İsyan diğer eyaletlere de yayıldı. 840 yılında toprak ve hak mücadelesi, kilise ve feodalizme karşı savaşa dönüştü. Tondrakyan hareketi Pavlikanlardan farklı olarak coğrafi bölge dışına yayılmadı. 50 yıl boyunca haksızlığın olduğu her yerde alevlendi. 890 yılında eyalet kralının direnen köyleri yerle bir etmesiyle Tondrakyan hareketi tarihe karıştı. O dönemde yaşamış tarihçi ve papaz Hovhanes Draskhanakertsi, şahit olduğu tüm gelişmeleri köy köy kaydetmiştir. Tondrakyanların kaderi, yok edilmelerinde Hıristiyan ve Müslüman ordularının birlikte hareket etmesiyle Babai hareketine benzer.

Diğerleri
Anadolu Hıristiyan heretizmi elbette anlattıklarımızla sınırlı değildir. Encratitler, çileciler olarak bilinir. Evlenmeyi, cinsel ilişkiyi, alkollü içecekleri reddederler. 2. yüzyılda Pisidya’da (Isparta, Burdur, Antalya), Frigya’nın güney bölgesinde, İsauria’da (Konya Bozkır), Pamfilya’da (Antalya’nın doğusu, Perge bölgesi), Kilikya’da (Alanya bölgesi) ve Galatya’da (Ankara, Eskişehir bölgesi) yaşamışlardır. 1913 Katolik ansiklopedisinde “hayvansal yiyeceklerden uzak duran, yalnızca su içen ve evlenmeyi yasaklayan” tarikat olarak yazılıdır.

Apotactitler Anadolu’da özel mülkiyeti reddeden, 12 havarinin yaşamını taklit ederek yaşayanların tarikatıdır. 3. yüzyılda Frigya, Kilikya, Pamfilya kesimlerinde yaşamışlardır.

18.png

Birinci İznik Konsili (325).

Athinganoiler Likaonya (Konya, Karaman) ve Frigya kaynaklı Maniheist bir tarikattır. Yahudi Hıristiyan döneminin akımıdır. Şabatı kabul eder ama sünnet olmayı reddederlerdi. Konstantinopolis’e yerleşen Romanların kökenini oluştururlar. Avrupa dillerinde Romanları tanımlayan “cigano”, “çingene”, “cigány”, “zigeuner”, “tzigan”, “țigan” ve “zingaro” kelimelerinin Athinganoi’den kök aldığı söylenir.

Hıristiyan olmamalarına rağmen Anadolu’da hem Hıristiyanların hem Müslümanların başını ağrıtmış Arewordik hareketini de anmalıyız. “Güneşin çocukları” da denilen Ermeni Zerdüşt Arewordikler 20. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürdüler. Hıristiyanlığa ve feodalizme karşı Pavlikanlar ve Tondrakyanlarla birlikte hareket ettiler. Mardin, Kayseri, Diyarbakır bölgelerinde yaşadılar. Merzifon’daki eski Ermeni mahallesi ve mezarlığı “arevordi” adıyla bilinirdi.

İSLAMİYET’İN BELALISI ANADOLU

Tek tanrılı semavi dinlerin pagan halklar arasında yayılması kolaydır. Paganlarda, tanrısal inancın katı dinsel teorik çerçevesi yoktur. Pagan tanrıları, doğaya özgü bir işin yapılmasını görev edinmiş öğelerdir. Tanrılar, özgün dinsel kaplara hapsedilmemiştir. Yağmur mu yağacak, Güneş mi doğacak, fırtına mı duracak, sonuçta o iş olsun da, ister Asurların tanrısı, ister Hurrilerin tanrısı yapsın çok önemli değildir. Halktan istenen ise, törenlere katılması ve adakta bulunulmasıdır. Sonra ortama tek tanrılı semavi din misyonerleri gelirler. “Sizde çok tanrının yaptığı bütün işleri, bizim tek tanrımız yapar” derler. Paganlar marjinaldir. “Tek tanrı bütün görevleri yapacaksa bize uyar. Ona tören yapar, ona adak sunarız” diye kabul ederler.

17-1.png

Akdeniz’de Hıristiyan-Müslüman rekabeti (10. yüzyıl).

Aynı tanrıyı kullanan iki ayrı semavi din karşılaştığında durum değişir. Tanrı her ikisinde aynı tanrıdır. Tanrı’yı pazarlayan din farklıdır. Tanrı’yı temsil eden kurum olan din, emir, talimat, yorum, yargı, görevliler, ikonlar, törenler, vb. ile karmaşıklaşmış, şişmiştir. İnsanların Tanrı’dan talepleri önceliğini yitirmiş, Tanrı’nın insanlardan talepleri ön plana çıkmıştır. İlkel somut istemler anlamını yitirmiş, öbür dünyaya özgü soyutluk üzerinden “taraftar olmak” anlam kazanmıştır. Aynı Tanrı’nın çatısı altındaki “senin dinin daha kötü, benim dinim daha iyi, kabul et” isteminde, ikna değil, silah zoru etkili olur. O zaman takiye yapılır. Silah indirildiği anda herkes eski dinine döner. Tek çare, silah zoru altında, yeni nesiller üzerinde zamanın çözücülüğünü beklemektir.

Anadolu’da da öyle oldu. Emevi ve Abbasi iktidarları döneminde İslam Arap orduları; batıda kuzey Afrika kıyılarından, doğuda Hint sınırlarından ganimetlerle dönerken, pagan halklara İslam dinini kabul ettirdiler. İber üzerinden Avrupa’ya çıktıklarında, Suriye üzerinden Anadolu’ya girdiklerinde durum öyle olmadı. Oralarda İslamiyet’le aynı Tanrı’ya inanan, ama din olarak Hıristiyanlığı kabul eden halklarla karşılaştılar. İslamiyet, daha kıdemli din karşısında ikna edici olamadı.

Yüzyıllar süren Sasani savaşları ve kendi iç çekişmeleri ile yıpranmış Bizans, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’daki hâkimiyetini yitirmişti. 634-638 yılları arası İslam Arap orduları tüm Suriye’yi ele geçirip Maraş kapılarına kadar geldiler. O tarihten itibaren Bizans ve Hıristiyan güçler, birkaç yılı bulan saldırılar dışında Suriye’ye bir daha hiç hâkim olamadılar. İmparator Heraklius tarafından Antakya-Erzincan arasında oluşturulan insansız alan ve onun arkasındaki halk milisleri ve askerlerle donatılmış yerleşim yerleri (sugur) bir çeşit Çin Seddi görevi gördü. Sugur bölgesi yüzyıllarca varlığını sürdürürken, arada, İslam ordularının Konstantinopolis’i kuşattığı; Hıristiyan haçlı ordularının Kudüs’e kadar geldikleri yıllar yaşandı. Sugur bölgesinde İslami hâkimiyetin kurulduğu ilk yerleşim yeri Malatya oldu, onu Tarsus izledi. Bizanslılarla ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar yaşayan Pavlikanlar, sugur bölgesinde İslam dostu Hıristiyan Divriği Pavlikan devletini kurdular (855). Yine sugur bölgesinde Müslümanlar tarafından Amid (Diyarbakır) merkezli Abbasilere bağlı Şeyhiler Devleti kuruldu (869-899). Aynı topraklar üzerinde 990-1096 yılları arasında Büyük Selçuklulara bağlı Mervani Devleti kuruldu. Halife Ömer, Halife Osman, Emevi, Abbasi ve Selçuklu iktidarları boyunca (638-1071) sugurun ötesine Bizans topraklarına yapılan hiçbir Müslüman saldırısı kalıcı etkiler yaratmadı. 1071 Malazgirt savaşından sonra sugur ötesine yerleşen Müslüman Türk boyları artık Bizans ordusu tehdidi yaşamadılar.

20.png

3. yüzyılın başlarında Pavlus’un mektuplarından bir sayfa.

Ortodoksluk ve heterodoksluk, tarih, teoloji ve felsefe çevrelerinin yazın alanında ve belki masa başı tartışmalarındaki tanımlamalarıdır. Pratik yaşamda her birey “doğru” dine inanır. Aynı düşünmeyen, farklı yorumlayanlar da heterodoks değil sapkın olur. İslamiyet’te farklı dinden olanın adı kafir, sapkın olanın adı zındıktır. Halktan birinin zındık suçlaması, tartışmalara ya da kavgalara kaynaklık edebilir. Ama bir hükümdarın zındıklık suçlamasının sonucu genellikle ölümdür.

Peygamber Muhammed’in ölümünden hemen sonra başlayan “halifelik kimin hakkıdır?” tartışmaları İslam’ın ilk ve en büyük siyasi ayrımı olan Sünni-Şii ayrımına kaynaklık etti. Şiilik ehlibeyt ekolünün, Sünnilik ehlisünnet ekolünün öncüsü oldu. Sonraki hemen bütün yorum ve farklılıklar Sünni ve Şii ayrımının üzerinde filizlendi. Sünnilerin hâkim olduğu ülkelerde Şiiler, Şiilerin hâkim olduğu ülkelerde Sünniler zındık oldular. Hariciler, erken dönemde siyaseten ehlibeyt ekolünden ayrıldılar. Mutezile, yine erken dönemde teolojide akıl ve mantığa vurgu yapan tarihselci bir akım olarak doğdu ve boğuldu. Sonraki dönemde ehlisünnet ekolü, imana yönelik felsefi zeminde, Eşarilik ve Maturidilik, ibadete yönelik ise Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelîlik ayrımları yaşadı. Erken dönemde Basra’da başlayan, hem ehlibeyt, hem de ehlisünnet içinde gelişen, bir anlamda panteizme varan, dünya nimetlerinden elini eteğini çekerek kendini imana adayanların tasavvuf akımı doğdu. Tasavvuf, her geçen yüzyıl İslamiyet içinde büyüdü ve dallandı. Hem ehlisünnette hem ehlibeytte zındıklık suçlamasının en büyük gerekçelerinden biri oldu.

Ehli bidat, ehlisünnetten ayrılan kişidir. Müşrik, Allah’a şirk koşan, Allah’tan başka tanrıya inanıp tapandır. Mürted, Müslüman olup düşünce, söz ve eylemleri ile Müslümanlıktan dönen, dinden çıkandır. Mülhid, ilhad yapan, yani İslam’ın ve Kuran’ın koyduğu kurallara karşı gelen kişidir. Münafık, özde Müslüman olmadığı halde “küfrünü” gizleyerek Müslüman olduğu görüntüsünü veren ve Müslüman gibi hareket eden kişidir. Fasık, dinen affedilmeyecek, cezalandırılacak düzeyde büyük günah işleyendir. Rafızi, Sünnilerin, gayrı Sünni olanlara dinden sapmış anlamında aşağılama terimidir. Münkir, Tanrı’nın varlığına ve birliğine inanmayandır. Gavur, gayrı-müslim olan kişidir. Ahmet Yaşar Ocak’ın eserlerinde “zendeka ve ilhad” tanımlaması vardır ki, temel İslam inançlarından ortodoksi temelinde sapma ve dinsizlik hareketleri olarak açımlanır. Bu tanımlamaların hemen hepsi; İslamiyet’te bireyin üzerine alınmadığı, kabul etmediği, karşıdaki kişi tarafından suçlama tarzı sarf edilen sözcüklerdir.

Dünyada ve Anadolu’da İslam
İslam’ın Dünya coğrafyasına yayılması 1300 yıl sürmüştür. 610 yılında ilk vahyin gelmesiyle başlar ve 1924’te Türkiye Cumhuriyeti’nde halifeliğin kaldırılmasıyla sonlanır. İslam’ın yayılması, İslami fetihlerle paralel geliştiğinden ancak Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarına yayılabildi. İslam yayılımı dört aşamalıdır.

1) Peygamber Muhammed dönemi (610-632). İslamiyet tüm Arabistan’ı kaplamış, Arap halklarını etkilemiştir.

2) Raşidin denilen dört halife dönemi (632-661). Bu dönemde İslamiyet Arabistan yarımadasının dışına taştı. Arap orduları tüm Ortadoğu’yu, İran’ı, Suriye’yi (637), Ermenistan’ı (639), Mısır’ı (639) ve Kıbrıs’ı (654) fethetti. Bölge halkları arasına İslamiyet hızla yayıldı.

21.png

İslam dininin 7. ve 8. yüzyıllardaki yayılışı ve Anadolu’ya etkisi.

3) Emevi ve Abbasi dönemi (661-950). İslamiyet fetihlerle birlikte Atlas Okyanusu’ndan Hindikuş Dağlarına kadar geniş bir alana yayıldı. Kuzeybatıda İber yarımadası ve Sicilya’da, Ön Asya’da Anadolu’da Hıristiyanlıkla komşu olundu. Tüm Kuzey Afrika fethedildi. Nil Vadisi’nden aşağı inilerek Sudan, Etiyopya, Somali’den Uganda’ya kadar ulaşıldı.

4) Selçuklu (950-1300) ve Osmanlı dönemi (1300-1924). Selçuklu döneminde Anadolu topraklarında İstanbul surlarına kadar İslamiyet hâkim oldu. Osmanlı döneminde İslamiyet İber yarımadasından ve Sicilya’dan geri çekilirken, Avrupa’nın doğusunda İstanbul fethedildi. Osmanlı orduları Balkanları ele geçirip Viyana kapılarına ulaştılar. Müslüman halklar, Anadolu’da olduğu gibi Balkan topraklarına yayılıp yerli Hıristiyan halklarla yüzyıllarca birlikte yaşadılar. İslamiyet doğuda ticaret yolları aracılığıyla Bangladeş ve Endonezya’ya yayıldı.

Anadolu’nun İslamlaşması, Müslüman Türk boylarının Anadolu’ya yayılmasıyla paralel olmuştur. Türk-Müslüman yayılım paralelliği hem Sünnilik hem gayrı-Sünnilik için geçerlidir. Müslüman olup Ön Asya’ya yerleşen Oğuz boylarına Türkmen adı verilir. Türkmen boyları batıda Anadolu, Suriye, Mısır, Irak ve Azerbaycan’a yerleştiler. Anadolu’ya yerleşen Türkmenlere yerleşim yerleri ve konargöçer olmalarına göre Türkmen veya Yörük denmiştir. Kızılırmak’ın batısındakilere Yörük, doğusundakilere Türkmen; göçer olanlara Yörük, yerleşik olanlara Türkmen denilmiştir. Boy adlarına göre Abdal, Akçakocalı, Takami, Karakeçili, Çepni, Avşar, Sancaklılara Türkmen; Yağcılar, Tahtacılar, Kınıklar ve Alpaslanlara ise ağız özelliklerine göre Yörük denmiştir. 1826 yılından sonra Bektaşiler ve Kızılbaşlar aynı potada Aleviler olarak tanımlandığında ise Yörük Türkmen tanımlamaları bazı bölgelerde değişti. Kars Ardahan bölgesinde Alevilere Türkmen denildi. Kuzey Ege’de Sünni Türklere Yörük ve Manav denirken Alevi Çepni ve Tahtacılara Türkmen denildi. Sonuçta Yörükler ve Türkmenler aynı halklardır. Osmanlılar, imparatorluk olduğunda Türkmenliği üstlerine alınmadılar. Cahil, köylü halk anlamında Türk ve Türkmen adları kullanıldı.

22.jpg

13. yüzyılda Bizans askerleri.

Burada Türkmen oğuz boylarından Üçoklara mensup Çepnilere ayrı bir parantez açmak gerekir. Çepniler Anadolu topraklarında Doğu Karadeniz bölgesi başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu ve Batı Anadolu bölgelerine yerleştiler. O zaman Doğu Karadeniz’de Rum Pontus kaynaklı güçlü bir Rum hâkimiyeti vardı. Çepniler burada Hacıemiroğulları Beyliği kurarak üstünlük sağladılar. Hacıemiroğulları Beyliği 1427 yılında Osmanlı hâkimiyetine girerek tımar sistemine dâhil edildi. Safevi yanlısı Kızılbaş hareketinin doğumunda Doğu Karadeniz Çepnilerinin büyük rolü olmuştur. Hacı Bektaş müritleri olan Çepniler, Baba İshak ayaklanmasında da rol aldılar. 18. yüzyılda bir kısım Çepniler sürgün edilerek Bergama, Manisa, Balıkesir bölgesine yerleştiler. Bugün Doğu Karadeniz Çepnileri büyük oranda Sünnileşmişken, Ege Çepnileri Alevidir.

Malazgirt zaferi ardından 20 yıl içinde, tüm Anadolu yarımadasında hâkimiyet kuran Selçukluların, Anadolu öncesi yerleşim merkezi İran-Pers topraklarıydı. Ortadoğu’da, Türk-Fars kültür yapısında, Sünni Müslüman büyük Selçuklu imparatorluğunu kurmuşlardı. Büyük Selçukluların yazı ve edebiyat dili Farsçaydı. Halk dili yoğunluklu olarak Farsça ve Türkçeydi. Anadolu Selçuklularda da dil ve kültür değişmedi. Arapçanın Farsçanın yerini alması ağırlıklı olarak Osmanlı döneminde olmuştur. Halk dili hep Türkçe olarak kaldı. Bizim Anadolu Selçuklu devleti dediğimize, batıda Rum sultanlığı veya Rum Selçuklu sultanlığı denmiştir. Rum adı aslen “Romalı olan” anlamındadır. Rum’a sonradan “Yunan soyundan gelen” anlamı yüklenmiştir. Anadolu’da, İslamiyet öncesi Anadolu toprakları ve üzerinde yaşayan halkları tanımlamak için “Rum” adı kullanıldı. Mevlana Celaleddin Rumi ve Baciyani Rum gibi kişi ve kurumlara takılan Rum eki de “Anadolu’da olan, Anadolu’da yaşayan” anlamı taşır. Trakya bölgesi Anadolu’nun Rumeli yakası, Sivas gayrimüslim yoğunluğu nedeniyle Rumili diye anılırdı. Süreç içinde kullanımdan kalktı.

1071 zaferinden sonra 1077 yılında Anadolu Selçukluları Kutalmışoğlu Süleyman önderliğinde Büyük Selçuklu imparatorluğundan ayrıldılar. Anadolu Selçuklu devletini kurdular. Merkezleri önce İznik sonra Konya oldu. Anadolu’da oluşan iktidar boşluğunu değerlendiren Türk boyları ve başlarındaki komutanlar 1. dönem beylikleri denen Danişmendliler, Mengücekliler, Saltuklular, Artuklular beyliklerini kurdular. Bu beylikler sonradan, güçlenen ve topraklarını genişleten Anadolu Selçuklularına katıldılar.

Tarihçi V. Gordlevski Türkçeye de çevrilen “Anadolu Selçuklu Devleti” adlı eserinde Selçuklu iktidarının Sünni Müslümanlığına değinir. “Selçuklular, İslam’ı, çok önceden, daha Maveraünnehir’de benimsemişlerdi, ama dış görünüşün arkasında, Küçük Asya’da eski, Müslümanlık öncesi yatkınlıklar, uzun süredir devam ediyordu… Küçük Asya’da, Selçuklular, gerçekten de, Hıristiyanlarla savaşım yürütmüşlerdir; onlar, yazıtlarda, kendilerini gururla, kafirleri yok ediciler olarak adlandırıyorlardı, ‘İslam sultanları’ olarak yüceltiyorlardı, ama dinsel yobazlık onlara yabancıydı, onların savaşım çizgileri İslam’la yapay olarak bağlantılıydı. Selçuklular, dinin çıkarlarını değil, kendilerinin siyasal ve ekonomik çıkarlarını savunuyorlardı.” Selçuklular için, kendilerinden başka dili konuşan ve başka dini olan halkların yaşadığı Rum diyarında kök salmanın tek yolu, Müslüman Türk boylarını buraya getirmekti. Anadolu’nun verimli toprakları Azerbaycan, Türkistan, İran, Harezm, Horasan kaynaklı Müslüman Türk boylarına açıldı. Selçuklu iktidarı, gelen Müslümanlar içinde mezhep tarikat anlamında hiçbir ayrım yapmadılar. Hem İslami yayılmacılığa hem de askeri insan gücüne ihtiyaçları vardı. Kolonizatör dervişler beraberinde gelenlerle birlikte bütün ihtiyaçları karşılıyorlardı. Doğudan batıya derviş göçleri, Abbasi’nin zındık ilan ettiği alim ve sufiler de dahil, yüzyıldan fazla sürdü. Moğol istila korkusu, göçleri kitlesel boyutlara taşıdı.

23.png

Anadolu Selçuklu süvarisi.

Anadolu din olarak Hıristiyanlığın doğup geliştiği ve Hıristiyan heretik akımların çoğunun kaynak yeridir. İslamiyet açısından ise Anadolu, ancak geç dönemde Müslüman olmuştur. Bu nedenle Anadolu topraklarında doğan akımlar kadar, başka bölgelerde doğan, Anadolu’da serpilip gelişen akımlar da önemlidir. Anadolu Selçuklularda ve Osmanlılarda saray dini Sünni’dir. Anadolu Selçuklularda ve Osmanlının ilk yarısında Anadolu’nun halk dini gayrı-Sünni’dir. Sünni olsun, gayrı-Sünni olsun dinle uğraşanlar emek harcayıp üretmezler, yani beslemedirler. Anadolu’ya ilk gelişlerde dervişler ve müritler akınlara katılır, ordunun ganimet ve tayınıyla idare ederdi. Anadolu’nun kural tanımaz dervişleri “bir lokma bir hırka”, “nerde akşam orda sabah” deyimlerine uygun dünya malına tamah etmeden sadakayla geçinir; Kalenderilerde olduğu gibi dilenerek yaşarlardı. Sonra zaviye tarzı ibadet mekânları oluştu. Mürit olan emekçi köylülerin yoğun olduğu yerlerde, içinde ibadethane, mutfak, yatakhane, misafirhane gibi bölümlenmenin olduğu tekkeler yaratıldı. Tekkeler külliyelere dönüştüğünde siyasi güç odaklarının desteği şart oldu. Vakıflar kuruldu ve vakıf-tekke sistemiyle inancın maliyeti karşılandı. “Sistem, tarikatları vakıflaşmaya; sultan, saray ve bürokrasi ile içli dışlı olmaya; devlete eklemlenmeye mecbur bırakmıştır. Küçük zaviyelerden büyük tekkelere doğru gelişme gösteren bu süreçte çok farklı gider kalemleri olduğu anlaşılan tekkelerin gündelik ihtiyaçlarını karşılamak, vakıflar olmadan nerede ise imkânsız bir hal almıştır.” (Zekeriya Işık) Hiçbir inanç kurumu kendini besleyen iktidara ters düşmez. Akhisarlı Şeyh Îsâ “Dünya padişahlarına yakın olan, haram yemekten elin çekmez. Velâyet anlardan uzak olanlardadır” der. Vakıf-tekke sisteminden yararlanan tarikat ve sufi akımlar, saray ile uyum içinde oldular. Nakşibendilik, Kadirilik, Halvetilik, Sühreverdilik, Yesevilik, Bayramilik, Mevlevîlik, Bektaşîlik3 buna örnektir. Gayrı-Sünni akımların bir çoğu ise vakıflar yoluyla saraya yamanmadılar. Emekçi köylü müritlerle ayakta kaldılar. Halkın dertlerini paylaştılar, sarayın yaptırımlarına ve zulmüne karşı çıktılar. Bunun eylemsel yansıması, ayaklanmalar oldu.4

Kalenderilik, Vefailik
Anadolu’da Şiilik hiçbir zaman tutunamadı. Mücadele her zaman saray dini olan Sünni Hanefilikle, gayrı-Sünni sufi Bâtıni tarikatlar arasında oldu. Sufilik kutsal metinlerdeki görünürlüğün arkasında yatan derin anlama ulaşma ilmidir. Yorumlara dayandığından tarikatların doğumuna yatkındır. “Yol bir, sürek bin bir” düsturu bundan doğar. Anadolu gayrı-Sünni Bâtıniliği 19. yüzyılda Anadolu Aleviliği adını almıştır. Bu anlamda Anadolu Aleviliğinin doğuşu, Bâtıni dervişlerin Anadolu’ya geldiği 1071 sonrası olarak tarihlenebilir.

25.jpg

Hallacı Mansur’un öldürülmesi.

Kalenderilik, 10. yüzyıl Horasan kaynaklı gayrı-Sünni sufi bir tarikattır. Kalenderi dervişleri Moğol istilasından kaçarak Anadolu topraklarına girdiler. “Kalenderîler, mala, mülke ve şöhrete önem vermeyen, toplumdan önemli ölçüde kendilerini tecrit etmiş, kanaat anlayışına sahip bir topluluktu. Kalenderilik, yaşadığı toplumun nizamına karşı çıkarak, dünyayı kaale almaya değer görmeyen ve bu düşünce tarzını günlük hayat ve davranışlarıyla da açığa vuran tasavvuf akımıdır.” (Wikipedia) Kalendirilik, Anadolu’da Cavlakilik ve Haydarilik olarak da bilinir. Vefailik de Kalenderiliğin bir koludur. O dönem Selçuklu yazarlarından İbnül Hatib’e göre “Onlar çok aşağılık bir topluluk olup, küstah, utanma bilmez, yeryüzünün en aşağılık mahlûklarıdır. İslâmiyet dairesinden hariçtirler. Çünkü bunlar mescitlerde köpekleriyle birlikte düşüp kalkmakta, ibadet edecekleri yerde, dinsizlik ve fısku fücur işlemekte, esrar çekip afyon içmektedirler. Mescitlere ahır, namaza zumurluk adını takıp, ibadet edenleri aşağılamakta, kendileri ise ibadet etmemekle övünmektedirler.”

Ahmed Yaşar Ocak “Marjinal Sufilik: Kalenderilik”, Ahmed Karamustafa “Tanrının Kuraltanımaz Kulları” adlı eserlerinde Kalenderileri ayrıntılı olarak incelemiştir. Kalenderilik Konya dahil orta ve güneydoğu Anadolu’da halk arasında yayıldı. Selçuklu sultanları ile mücadele içinde olan Kalenderiler Moğol istilası esnasında Barak Baba ve Aybek Baba gibi önderlerle Anadolu’ya daha kolay yayıldılar. En önemli halk örgütlenmelerinden Abdalanı Rumların Kalenderi kaynaklı olduğu bilinmektedir. Vefai dervişi Dede Garkın Vefailiğin Anadolu Türkmenlerine yayılmasını sağlamıştır. Babai ayaklanmasının önderleri Baba İlyas ve baş halifesi olan Baba İshak Kalenderi dervişiydi. Bedreddin’in halifeleri Torlak Kemal ve Börklüceli Mustafa Kalenderi dervişiydi. Osmanlılarda 1416 Şeyh Bedreddin isyanı, 1511 Şahkulu isyanı, Kalenderi dervişlerinin önderlik ettiği halk isyanlarıydı.

Mehdilik
İnsanlık tarihinde sayısız peygamber ve kutsal metinler geldi geçti. Açlık, sefalet, acı, zulüm olmayan bir dünya vaadi hemen hepsinin heybesinde vardı ve hepsinin sonu hayal kırıklığı oldu. Daha fazla acı, zulüm, sefalet dünyayı sardı. Ama inancın ve umudun devam etmesi gerekiyordu. Bunu öbür dünyada cennet ütopyası, bu dünyada mehdilik müjdesi ile başardılar.

Arapça kökenli “mehdi”nin kelime anlamı hidayete ermiş, kâmil insandır. Cemaat içindeki anlamı doğruya, güzele, iyiye kavuşturmak için dünyaya gelerek rehberlik edecek kişidir.

26.jpg

Alamut kalesinin ortaçağ tasfiri.

Dört halife ve sonrası Emevi ve Abbasi halifeliklerinde baskın ve hâkim akım olan ehlisünnetin ekstra bir mehdiye ihtiyacı yoktur. Doğuya ve batıya doğru yapılan akınlarla İslamiyet yayılmakta, Müslümanlar ganimetlerle zenginleşmektedir. İslam imparatorluğu içinde bastırılmış ve ezilmiş ehlibeyt cemaatlerin ise maddi ve manevi tatminleri yoktur. Onları hâkim kılacak, ihya edecek bir rehber kâmil insana ihtiyaçları vardır. İşte mehdi bu ihtiyacı karşılamak için yaratılır. “Mehdî, ahir zamanda Ehl-i Beyt’ten çıkıp İslâm’ı dünyaya hâkim kılacağına inanılan kişidir. Yeryüzünü adaletle dolduracak, zulüm ve bozgunculuğu kaldıracak, bütün İslâm memleketlerini hâkimiyeti altına alacak, bütün Müslümanları kendisine tabi kılacak kişidir. Mehdî, Allah tarafından desteklenmiş, kuvvetlendirilmiş, görevlendirilmiş, rehber kılınmış kutsal bir zattır.” (Faruk Gün)

Hemen bütün dinlerde mehdilik ve mehdi beklentisi vardır. Yahudiler ve Hıristiyanlarda mehdiliğin adı mesihtir. Daha Hıristiyanlığın başında peygamber İsa, Roma askerleri tarafından öldürülünce, İsa’nın devamlılığını sağlamak için mesih ilan edildi. Hıristiyan dünyasında İsa, mesih olarak en son gelecek olduğundan; ara sıkıntılı zamanlarda ara mesihe ihtiyaç duyuldu. Ara mesih ihtiyacını Meryem Ana görünümleri ile karşıladılar. Dünyanın dört bir yanında insanlara görünerek tavsiyelerde bulunan Meryem Ana’nın kiliseleri kuruldu.

İçinde akıl, sorgu ve bilginin olmadığı cehaletle ayakta tutulan umuttur mehdicilik ya da mesihcilik.

Anadolu Aleviliği, içinde imamlık müessesi olmadığı halde on iki imamcıdır. Halife Ali, Hasan, Hüseyin’le başlayan on iki imamlardan sonuncusu Muhammed Mehdi’dir (Mehdî el-Muntazar). On bir imam öldürüldüğü halde Mehdi’nin gaybet (kayıp, görünür değil) halinde olduğuna inanılır. Anadolu Alevileri, kurtarıcı görüp büyük umut bağladıkları bir lider olduğunda, Mehdi’nin o lider görünümünde geldiğine inanırlar. 16. yüzyılda Safevi hükümdarı Şah İsmail, 20. yüzyılda Atatürk, Anadolu Alevileri tarafından Mehdi’nin görünümü kabul edildi.

27.jpg

Budapeşte’de Hurufi şeyhi Gül Baba türbesi.

Türkiye Cumhuriyeti’nde Halifelik sonlandırıldı, seyyidlik kurumu, tekke ve zaviyeler kapatıldı. Ama uygun cehalet ortamı bularak ve iktidarların göz yummasıyla kurulan Sünni tarikatların şeyhleri, önce kendilerini seyyid (peygamber soyundan gelen) ilan ettiler, sonra mehdiliğe soyundular. Mehdi diye söz edilenler ya kendilerinin mehdi olduğunu ilan etmişler, ya da cemaatleri tarafından mehdi kabul edilmişler ve bunu reddetmemişlerdir.

Babai Ayaklanması (1240)
“Babailer isyanı, özellikle Orta ve Güney Doğu Anadolu’da ekonomik ve toplumsal, hatta psikolojik sıkıntılar içinde yaşayan kırsal ve konargöçer kesimle Selçuklu yönetimi arasındaki sosyo-ekonomik çatışma zemininde gelişen bir toplumsal ayaklanma hareketidir. Bu isyanda, sözü edilen kitleler arasında yaygın, güçlü bir ‘mehdici’ (mesiyanik) ruha dayalı heterodoks inançlar, ideolojik araç olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, isyan, zamanında çok yaygın bir etki meydana getirmiş ve Anadolu’daki kırsal kesime mensup Sünni İslam dışı kitleleri birleştirerek bir toparlanma sağlamıştır. İsyan liderlerinin kimliklerinin de ortaya koyduğu gibi, tamamıyla bir tarikat tarafından örgütlenmiş bu toparlanma, Anadolu’da heterodoks İslam merkezli ilk toplumsal hareket olmuştur.” (A.Y. Ocak) Gayrı-Sünni bir hareket olan ayaklanma, Sünniliği değil doğrudan vergici, zulümcü Selçuklu yönetimini hedefledi. Ayaklanmanın iktidarı ele geçirmek gibi bir hedefi de yoktu. Babai milisleri isyan boyunca Selçuklu ordularını 12 farklı yerde yendiler. Yendiklerinde esirleri kılıçtan geçirelim anlayışında olmadılar. Babailer, “Gidin başımızdan, rahat bırakın bizi. Çocuklarımızı asker, rızkımızı size tayın yapmayacağız” amacı taşıyordu. Selçuklu güçleri kalanlarla toparlanarak her seferinde yeniden saldırdılar. Anadolu’da asker toplamakta güçlük çeken saray, halktan topladıkları altınlarla Fransız paralı askerlerini kiralayarak ordu oluşturdu ve Babaileri yendiler. Zaferin ardından katliama girişildi. Bütün Babailer ve destekleyenler kılıçtan geçirildi. Baba İlyas Amasya’da, Baba İshak Kırşehir’de öldürüldü. İsyan böylece bastırılsa da, halkla Saray kopukluğu Selçukluların sonunu getirdi. Doğudan gelen Moğollar kolaylıkla Anadolu’ya hâkim oldular. “Katliamdan kurtulabilen Babailer, 1246’daki Moğol işgaliyle beraber, baskı altında kalmadan, daha rahat bir ortamda yaşayabilmek ümidiyle özellikle Bizans sınır mıntıkalarında ortaya çıkmaya başlayan, Menteşeoğlu, Aydınoğlu ve Osmanlı beylikleri gibi uç beyliklerine gittiler ve oralarda hem fetihlere katıldılar hem dini görüşlerini yaydılar.” Selçuklu iktidarı sonlanırken Bâtıni dervişler Abdalanı Rum hareketi olarak Anadolu’ya yayılmada yeni bir aşamaya geçtiler. Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad, Kızıl Deli, Seyyid Ali Sultan bu dönemin kolonizatör Türk dervişleridir.

Bedreddin Hareketi (1416)
Osmanlı devleti büyüme aşamasındayken Sultan Beyazid 1402 Ankara Savaşı’nda yenilerek Timur’a esir düştü, 1403’te öldü. Beyazid’in dört oğlu İsa, Musa, Mehmed ve Süleyman arasında taht kavgası başladı. Bu kavga 11 yıl sürdü. Önce Mehmed İsa’yı yendi, öldürdü. Sonra Musa Süleyman’ı yendi öldürdü. En son Mehmed Musa’yı yendi öldürdü ve sultan 1. Mehmed olarak Osmanlı devletinin başına geçti. Fetret devri ya da fasılayı saltanat denilen bu 11 yıl boyunca Anadolu’nun emekçi halkı, kapanın elinde kaldı. Her ayaklanma hareketinin tarihsel durumunu belirlemek için, oluştuğu şartları ekonomik, sosyal (kültürel, dinsel, kronolojik) ve siyasal olarak incelemeliyiz.

Ahmet Nevzat Cerrahoğlu “Şeyh Bedreddin Meselesi” adlı eserinde halkın durumunu halkın ağzından şöyle dile getirir: “Yazık değil mi biçare ahaliye? Onlar da Allah’ın kuludur. Yaşamak, rahat etmek, çoluk çocuğu ile mal ve ırz ile bahtiyar olmak ister. Bütün yıl rahat görmüyor. Hayvan gibi çalışıyor. Kazancını ‘beye’ diyorlar alıyorlar, ‘beyliğe’ diyorlar alıyorlar. Geri kalan kısmını olsun rahat yiyemiyor. Tatarlar geliyor, yağma ediyorlar. Onlara karşı ordu geliyor. Yine yağma ediyorlar. Derken Karamanoğlu diyorlar, Cüneyd Bey diyorlar, şu diyorlar, bu diyorlar geliyorlar, alıyorlar, yıkıyorlar, yakıyorlar, karıları, çocukları, ihtiyarları kesiyorlar, doğruyorlar. Timurlar, Osmanoğulları, Karamaniler bizim neyimize lazım. Kozlarını kendi kendine kırsınlar. Bizi rahat bıraksınlar. Onların bize lüzumu yoktur. Biz kendi işimizi biliriz. Kendimiz görürüz. Allah’ın kelamı bizim dertlerimize kafi derman olabilir. Bir kadı nerde olsa bulunur. Bize mütegalliplerin, zalimlerin, kan içicilerin lüzumu yoktur.”

28.jpg

Hacı Bektaşi Veli.

Bedreddin hareketinde üç olgu vardır. Börklüceli Mustafa’nın direnişi ve öldürülüşü, Torlak Kemal’in direnişi ve öldürülüşü, Şeyh Bedreddin’in yakalanışı ve öldürülüşü. Hareketi inceleyen birçok eser, Bedreddin ve halifelerinin eserleri ve düşünceleri nedeniyle değil, Osmanlı’yı yeniden toparlayan sultan 1. Mehmet iktidarına biat etmeyip direndikleri için öldürüldüğünü yazar. Konu tartışma götürür. Her iki halife Kalenderi tarikatındandır. Börklüceli Mustafa’nın yalnızca bir eylem adamı değil Türkçe, Arapça ve Farsçayı bilen, Kuran ve tasavvufi konulara hâkim bir din bilgini olduğunu, “Tasvîrü’l-Kulûb” adlı eserinden anlıyoruz. Yoksul Türk köylüsünü, Rum gemicileri, Yahudi esnafını eşinden başka her şeyi paylaşarak, mülkiyet karşıtı ortak yaşamda bir araya getirmesi mi, yoksa sultan Mehmed’in ordusunu iki kez yenmesi mi işkence edilerek öldürülmesine neden olmuştur? Osmanlı’da görülmeyen, İsa’nın öldürülmesi benzeri, bir haç üzerinde el ve ayaklarına çiviler çakıp deve sırtında Selçuk sokaklarında dolaştırılması olayında “isyanı ezmek” gibi basit bir açıklamanın yeterli olmadığı kanısındayım. Kaldı ki sonraki yüzyıllarda ne Şeyh Bedreddin’in Varidat’ı ve diğer eserleri, ne de Torlak Kemal’in aslen Manisalı Yahudi Samuel olduğu konuşulmuştur. Börklüceli Mustafa’nın Ortaklar ve Karaburun’da kurduğu, farklı dinden olanların ortak mülkiyetle bir arada yaşadığı düzen, Bedreddin hareketinin odak noktası olmuştur.

Bedreddin 1359 yılında Edirne yakınlarında bugün Yunanistan topraklarında kalan Simavna kasabasında doğdu. Babası bir Türk gazisi, annesi Dimetoka Rum beyinin kızıydı. Ekonomik ve kültürel düzeyi yüksek bir aile ortamında büyüdü. İyi bir din eğitimi gördü. Özellikle İslam hukuku alanında kendini geliştirdi. Annesinin Hıristiyan, babasının Müslüman olması onda dinsel farklılıkların önemsizleştiği, tüm insanları kapsayacak bir inanç arayışı yarattı. Konya, sonra Kahire’de teoloji okudu. Tasavvufun önderlerinden İbnül Arabi’nin varlığın birliği (Vahdeti vücud) görüşünde aradığını buldu. Artık cennet ve cehennemin, iyi ve kötü eylemlerin tatlı ve acı ruhsal tezahürlerinden başka bir şey olmadığını düşünüyordu. Bilimin bir diğer merkezi Erdebil’de âlimlerle buluştu. Trakya’ya döndüğünde artık İslam hukuku âlimiydi. Musa Çelebi tarafından Trakya’da kazasker yapıldı. Musa Çelebi Mehmed Çelebi’ye yenilip öldürülünce kazaskerlikten azledilip İznik’e sürgün edildi. Onunla aynı görüşte olanlar Ege’de sultansız ve saraysız bir düzen kurmuşlardı. Sürgündeki yerinden ayrılıp Sinop, Karadeniz üzerinden Eflâk’a geçti. Onun harekete geçmesiyle birlikte 1416’da ayaklanma başladı. İzmir Aydın Saruhan illerinden başlayıp Ege’ye yayıldı. Dört yıl süren direniş; dervişlerin ve müritlerin kılıçtan geçirilmesi, Bedreddin’in yakalanıp asılmasıyla son buldu. Bedreddin düşüncesine Bedreddiniler yanı sıra balkanlardaki Bektaşiler de sahip çıktılar. Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”nı yazmasıyla birlikte yeniden gündeme geldi ve araştırma konusu oldu.

Şahkulu Baba İsyanı (1511) ve Celali isyanları
Antalya Tekeli bölgesinde yaşayan Türkmen Kızılbaş şeyhi Şahkulu Baba Erdebil Safevi tekkesine bağlıdır. Şahkulu’nun babası şeyh Hasan halife, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifesidir. Şahkulu Baba batı Toroslarda yaşayan konargöçer Kızılbaş Türkmenlerin piridir. 2. Beyazıt’ın izniyle Şahkulu Baba’nın önderliğinde her yıl Erdebil tekkesine ziyaretler yapılmaktadır. 2. Beyazıt’ın Kızılbaş dervişlerle iyi geçinme, tekke ve zaviyelere izin verme, destek olma politikası vardır. 2. Beyazıt’ın hasta olduğu son döneminde saltanat kavgaları başladı ve iktidar boşluğu doğdu. Bölgesel yöneticiler, çıkarlarına yönelik yönetim sergilediler. Birçok sipahinin tımarı elinden alındı ve rüşvetle dağıtıldı. Çift sahibi reaya baskı altında kaldı. Çiftbozanlar çoğaldı. Kırsalda tımarsız kalmış sipahiler, sekbana dönüşen başıboşlar, bölge halkı için güvenlik sorununa dönüştüler. Erdebil tekkesini ziyarete giden bir kısım reaya geri dönmedi. Bu da bölgedeki elebaşı bilinen Türkmen ailelerinin sürgün edilmesine neden oldu. Artık her geçen gün ortam gerilmekteydi. Kızılbaş kitleler, hakları elinden alınmış sipahiler Şahkulu’nun etrafında toplandı ve iktidara ayaklandılar. Şair meali destansı eserinde Şahkulu cephesini “kendi ilinde türeyen, buradan çıkıp beyliğe soyunan, Anadolu’yu neredeyse ele geçiren, devlete hain olan sipahileri çevresine toplayan, etrafa zulmeden, ortalığı kırıp geçiren Şahkulu hareketine karşı” saltanatı göreve davet eder. Şahkulu Baba 1511’de yakalanarak başı kesildi.

29.jpg

Şah İsmail’in portresi.

İsyanların niteliğinde 1514 Çaldıran Savaşı milat özelliği taşır. 1514 öncesi isyanlarda kırsal kesimde haksızlık, hukuksuzluk, zulüm ve baskıya karşı gayrı-Sünni inanç önderleri halkın önderi olmuş, bölgesel de olsa mehdilik kisvesine bürünmüşlerdi. Kurtuluşun önderleri aynı zamanda inancın önderleriydi. İnanç önderleri genellikle belli bir görgü, bilgi ve eğitim sürecinden geçmiş âlim kişilerdi. İnanç önderlerinin arkasında, önce inanmışlar sonra haksızlığa uğramışlar yer alıyordu. Bu tür isyanlar bastırılsa da yankısı ve etkisi yıllarca devam ediyor, kelebek etkisi gibi başka bölgelerdeki hareketlere öncülük yapıyordu. 1514 Çaldıran Savaşı sonrası 1519 Bozoklu Şeyh Celal isyanı ile birlikte Celal adından esinlenilerek 16. ve 17. yüzyıl başkaldırılarının büyük küçük hepsine celali denmiştir. Celali önderleri, haksızlığa uğradığı için isyan eden elebaşları niteliğindeydi. İnançla ilgileri olmasa da inançlıları isyanda kullanmayı bildiler. Çabuk gelişip çabuk yok olan celali isyanları, kimi zaman iktidarla pazarlık neticesi sonlandı.

Kızılbaşlar ve Safevilik
Tanımadığınız birileri kötü olarak anlatıldığında nispeten kolay ikna olabilirsiniz. Yıllarca iyi olarak bildiğiniz birilerine kötü denildiğinde ikna olmaz karşı çıkarsınız. Anadolulu Müslüman Türk, çevresinde, ailesine, işine, dostuna düşkün, ahlaklı, Hıristiyan veya Yahudi komşusunu seven, belleğinde şamanist gelenekler ve doğa sevgisini yaşayan bir insandır. Bu nedenle Ameli ibadet yönü ağır basan, darül harb bakışına sahip Sünnilik yerine; imani yönü ağır basan, iyilik ve hoşgörü yaklaşımına sahip gayrı-Sünni Müslüman akımlara daha yakındır. Konunun bir de sosyoekonomik yanı vardır. Türkmen boyları büyük oranda konargöçer ve yarı göçer yaşamaktadır. Sünni Osmanlı iktidarı onları yerleşik olmaya zorlayarak tımara dâhil edip vergi ve asker kaynağı oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu amacına erişmek için halka karşı hem dini (Sünniliği) hem silahı kullandılar. Konargöçer Türkmen için yaşam biçiminden vazgeçmeyerek hem silaha hem Sünniliğe direnmek şart oldu. Türkmenler, Hacı Bektaşi Veli halifelerinin, Vefai dervişlerinin sufi ve batıni anlatılarına büyük ilgi gösterdiler. Sufi Batıni düşünceye, on iki imam sevgisi ve tarafgirliği eklendiğinde ortaya gayrı-Sünni akımlar çıktı.

Anadolu Aleviliği, çatı isimdir. 1826 yıllarından sonra “Bektaşiler ve diğer gayri-Sünni cemaatleri” kapsayacak şekilde Osmanlı Sarayı tarafından uyduruldu ve biraz da Kızılbaşlık iftiralarından kurtulmak için gayrı-Sünni halk tarafından çabuk benimsendi. Bugün Anadolu Aleviliği çatısı altında Tahtacılar, Abdallar, Yörükler, Zazalar, Baraklar, Avşarlar, Nalcılar, Çepniler, Sıraçlar, Amucalılar, Türkmenler, Bedreddiniler, Terekemeler, Nusayriler, Bektaşiler ve Kızılbaşlar gibi coğrafi, siyasi, ekonomik ve sosyolojik özellikleri ile isimlendirilmiş gayrı-Sünni kesimler vardır. Tarihte isimlendirmeler daha farklıdır. 15. yüzyıl sonlarında Anadolu’nun gayrı-Sünni cemaatlerini, Bektaşiler, Hurufiler, Kalenderiler, Vefailer gibi tarikat temsiline göre değil, Kızılbaşlar ve Bektaşiler gibi Osmanlı iktidarıyla ilişkilerine göre isimlendirmek daha doğru olur. Çünkü Osmanlı iktidarı Sünni bir şeriat devletidir. Osmanlı’da gayrı-müslim olanlar vergilendirilir; gayrı-Sünni olanlar ise idam-sürgün arası cezalandırılır. Gayrı-Sünni olanlar ya Bektaşiler gibi iktidara uyum sağlamak ya da Kızılbaşlar gibi kendi mehdisini aramak zorunda kalırlar.

30.jpg

Çaldıran savaşını gösteren bir resim.

Günümüz İran’ının kurucusu kabul edilen Şah İsmail aslen Azeri Türküdür. Ataları kuzey İran’da Erdebil’de yaşamış Safeviye tasavvuf tarikatının kurucusu olmuşlardır. Safevilik Şafi tarikat olarak doğmuş, sonradan Şii on iki imamcı olmuştur. Konuşma ve yazı dilleri Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da konuşulan Türkçedir. O dönemde Şii-Sünni ayrımı yoktur. Şah İsmail’in babası şeyh Haydar’a kadar ayrım yaşanmaz. Abbasiler sonrası, ehlibeyt taraftarlarının halifeliği devralarak İslam devleti olma girişimleri Şiiliğin doğmasını sağladı. Mısır’da kurulan Sünni Memlük sultanlığı son Abbasi halifesini ve halifelik emanetlerini himayesi altına alarak halifeliği Sünniliğin elinde tutmaya çalıştı. Şeyh Cüneyt’in oğlu Şeyh Haydar zamanında Safevilerin Şii hanedanlığını kurmak için silahlanıp örgütlendiği bilinir. Şeyh Haydar, taraftarlarına on iki imamı temsil eder şekilde on iki dilimli kırmızı başlık giydirmiştir (Bu başlıktan dolayı Şeyh Haydar taraftarlarına kızılbaş denmiştir). Safevilik Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’da, Azerbaycan’da, Kuzey İran’da hızla yayıldı. Ancak şeyhlikten şahlığa geçiş yani Safevi devletini kurmak Şah İsmail’e nasip oldu. Kuruluşun başlarından (1501) itibaren Kuzey ve Doğu Anadolu’daki Çepniler Safevilere katıldılar. Buna sonradan Orta Anadolu ve Antalya yöresi Türkmenleri de katıldı. 1501-1514 arasında batıdaki Osmanlı’nın, doğudaki Safevi’nin Anadolu’ya hâkim olma gayreti her geçen yıl şiddetlendi. Safevi propagandasının “çeşitleri ve alanları ile Osmanlı merkezi yönetiminin buna karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarının örneklerini mühimine kayıtlarından takip edebiliyoruz. Bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı merkezî yönetimi de bu propagandalara karşı, bazen gruplar halinde idamlar, gruplar halinde zindana atmalar veya kürek cezasına mahkûmiyet şeklinde, Kızılbaş kesimlerin gözünü korkutmaya ve sindirmeye, hatta ortadan kaldırmaya yönelik cezaları gündeme getirmekteydi. Bazen da önemli idarî mevkide olanları affederek, daha yüksek mevkilere tayin etmek suretiyle bir çeşit istimâlet (kendine çekme) politikası da uyguluyordu.” (A.Y. Ocak)

Düğümün çözülme noktası 1514 Çaldıran Savaşı oldu. Safeviler yenilerek İran’a ve Azerbaycan’a geri çekildiler. Anadolu Kızılbaşları dağıldılar ve sindiler. Sultan Selim, halifelik ve Sünni-Şii tartışmalarına son vermek için, elinde halifelik ve halife emanetlerini bulunduran Mısır’daki Sünni Memlük devletine sefer düzenledi. Memlük devletini ele geçirdi. Halifeyi ve halifelik emanetlerini İstanbul’a getirdi. Bu eylem ne Sünni-Şii tartışmalarını sona erdirdi ne de Kızılbaşların yok olmasını sağladı.

Anadolu Kızılbaşları konargöçer yaşamlarına, dinsel ritüellerine devam edip, sonraki yıllarda iktidarın zulmüne karşı direnişin öncüsü oldular.

Bektaşilik
Anadolu tarihini Bektaşilik kadar yoran başka bir tarikat yoktur. Anadolu insanına tarih, felsefe, örgütlenme, siyaset, kimlik olarak uçları ve çokları yaşatmıştır. Ortaya çıktığı 14. yüzyıl ortalarından günümüze kadar devam etmiştir. Viyana sınırlarından Azerbaycan’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bünyesinde Kalenderilik, Hurufilik, Safevilik, Bedreddinilik, Kadirilik vb. barındırmıştır. Anadolu gayrı-Sünniliğinin kıyıcısı olan Osmanlı hanedanlığının İslami yayıcısı, askeri toparlayıcısı olmuştur. Anadolu’da Osmanlı’nın İslami baş düşmanı Batıniliğin koruyucusu olmuştur. Ayrıca Alevi argümanların, ritüellerinin günümüze ulaşmasında önemli bir etken olmuştur. Olguya siyah mı beyaz mı diye baktığımızda böyle uçlara gidiyoruz. Ne siyahtır ne de beyazdır yaklaşımı paradigmamıza uyuyor.

31.jpg

Balıkesir yörük kızları.

Hacı Bektaşi Veli (1209-1271) Horasan Nişabur doğumlu bir sufi Türkmen dervişidir. Anadolu’ya Babai isyanları döneminde gelmiş, birlikte geldiği kardeşi Menteş’i isyan esnasında kaybetmiştir. Kendisi isyanın dışında kalmıştır. Hacı lakabı gerçek hacılığından değil Velayetname’de hocası Lokman Perende ile ilgili bir keramet öyküsünden kaynaklanır. Bektaşi Veli’nin yaşadığı dönemde Bektaşilik sufi bir akımdı ama örgütlü bir tarikat özelliği yoktu. Bektaşiliği teorisi, ritüel ve örgütsel hiyerarşisiyle tarikatlaştıran Balım Sultan’dır (1457-1517). Hacı Bektaş’la Balım Sultan arasında 200 yıllık bir zaman aralığı vardır. Balım Sultan, Bektaşilikle Haydarilik (Abdal Musa’nın ataları) arasına mesafe koyarken, Osmanlı iktidarına yakınlaşmıştır. Doğu Türkmen Bektaşileri Kızılbaş Safevi hareketine katılırken, Balım Sultan Trakya ve Balkanlarda tekke faaliyeti içindeydi. Osmanlı’nın maaşlı sürekli ordusu Yeniçeri Ocağı inanç olarak Bektaşiliğe bağlıydı. 16-19. yüzyıl arasında Bektaşi-iktidar ilişkileri sürekli zayıflarken, Bektaşilerin diğer Bâtınilerle ilişkileri sürekli gelişti. Bu ilişki bütünleşerek bugünün Anadolu Aleviliğine dönüştü.

Hurufilik
14. yüzyıl sonlarında İran’da doğup batı İran ve Anadolu’da yaygınlaşan batıni sufi bir tarikattır. Kurucusu Fazlallah, Mevlana’nın ve Hallacı Mansur’un görüşlerinden etkilenerek öğretisini geliştirdi. Fazlallah Timur tarafından idam edilse de Hurufilik İran ve Azerbaycan’a yayıldı. Azerbaycan ve Anadolu’da ünlü ozan Seyyid Ali Nesimi, Ege’de Tireli Abdülmecid ve Seyyid İshak, Hurufiliğin öncüsü ve yayıcısı oldular. Nesimi Halep’te Hurufiliği yayarken ihbar üzerine Memlük valisi tarafından yakalandı ve Hallacı Mansur’a yapıldığı gibi derisi yüzülerek öldürüldü. İnsan yüzünün hatlarında Allah’ın adını görmesi, insanın Allah’ın bir tezahürü olduğunu söylemesi, Allah’a şirk koşmak olarak değerlendirildi. Onca engellemelere rağmen Hurufilik Balkanlar’da Bektaşiler arasında yayıldı. Nesimi’nin şiirlerindeki Hurufi vurgusu Niyazi Mısri, Fuzûlî, Habibi, I. İsmail ve Ruşani gibi ozan ve alimleri etkiledi. Özellikle Balkan Hurufiliği 18. yüzyıla kadar devam etti.

32.jpg

Şeyh Bedreddin (çizim: Semih Poroy).

Sufilik, Bâtınilik, Kızılbaşlar ve Bektaşiler
Gayrı-Sünni olmakta belirleyici olan Batıniliktir. Sufilik, kendini ilahiyata adayarak, panteist şekilde günün her saatinde Tanrı’yı yaşamaktır. İslamiyet’te Tanrı’ya tutunmak için somut veriler, kutsal kitap ve kayda geçmiş hadislerdir. Bu metinlerde yazılı olay, öğüt, emirlerle Tanrı’yı yaşamak mümkün olmaz. Kutsal metinlerde kelimelerin ardına gizlenmişin ilmine vararak kâmil insan olunabilir. Bunun anlamı kutsal metinlere onlarca farklı yorum getirilmesi, tarikatların ve sufi akımların doğmasıdır. Buraya kadar halen Bâtınilik yoktur. Sufilerin bir kısmı tapınaklarda tapmanın sufi düşünceye ters olduğunu, ilahi bir törenle transa geçerek Tanrı’ya yaklaşmak gerektiği söyler. Bu anlayış fıkhi İslam’ın kutsal üçlüsü olan ezan, cami ve namazı reddiye anlamı taşır. Bunun adı artık Bâtıniliktir. Kalenderiler, Hurufiler bu safta yer alırlar. Bir kısım sufiler de kutsal üçlüye dokunmadan, yanına transa geçme törenleri ekleyerek işi kotarma yoluna giderler. Ehlibeyt taraftarı kotarıcılara örnek Bektaşilik, ehlisünnet taraftarı kotarıcılara örnek Mevleviliktir. Sünni iktidarın o taraf bu taraf sufi kotarıcılarla sorunu olmaz. Kutsal üçlüye dokunmamak ve isyan etmemek Sünnilikle sufiliğin uzlaşı noktasıdır. Aynı uzlaşı sufilikle Şiilik arasında da yaşanır. Osmanlı ülkesinde tespit edildikleri yerde öldürülen Bâtıniler, Safevi Kızılbaşlar içinde yaşama şansı buldular. Sufilik içinde Bâtınilik, düşüncede ve eylemde tutarlı olmaktır. Tutarlılık, yok olmamayı ve diğerlerini etkilemeyi getirir. Etkileşim, süreç içinde taraftar Kızılbaşların Bâtınileşmesini sağladı. 17. yüzyıl ve sonrasında artık Osmanlı’nın işine yaramayan hatta zararlı görülen Bektaşiler Bâtıni Kızılbaşlara daha çok yakınlaştılar. Zaten sufi düşüncede ve tarafgirlikte aralarında bir farklılık yoktu. 1826 Bektaşi yasağından sonra Bektaşiler eylemde de Bâtıni Kızılbaşlara katıldılar. 1826 yasağı sonrası Osmanlı bürokrasisinin Bektaşi ve Kızılbaşları toplu şekilde Alevi olarak isimlendirmesi herkesin işine geldi (Gerçekte İslam dünyasında Aleviler diye Suriye Nusayrileri bilinir). Ortak uzlaşıyla Anadolu Aleviliği ismi kabul edilmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla, iktidar nezdinde Batıniliğin inanç özgürlüğü sağlandı. “Müslümanım, ama camiye gitmem, namaz kılmam” diyenler artık yargılanmadı.

SONUÇ

Ortaçağda dinsel kimlik taşıyan bütün ülkelerde çoğunluğa ve/veya iktidara hakim olan mezhep-tarikat-inanış kendine ortodoks demiş, diğerlerini heterodoks olarak nitelemiştir. Heterodoks olmak zındıklık veya sapkınlıkla eşdeğerdir. O halde asimile olması ve yok edilmesi gerekir. Birden fazla dinin olduğu ülkelerde farklı dinden olanlar kâfirdirler. O halde asimile olmaları ve yok edilmeleri gerekir. Teolojik inançla donanmış iktidarlar; İber yarımadası ve Anadolu yarımadası gibi, farklı inanıştaki halkların zorunlu birlikte yaşadıkları coğrafyalarda, asimilasyon ve yok etmeyi kolay uygulayamadılar. Halkların çok kültürlü hoşgörülü birlikte yaşamı, beraberinde hâkim inancı ve iktidarı sorgulamayı getirdi. Sorgulanmayı varlıklarına tehdit olarak gören iktidarlar, zoraki hoşgörülü davrandıklarında belki istemeden medeniyetlere aracı oldular. Daha katı baskı uyguladıklarında ise katliamlara neden oldular. İber’de ve Anadolu’da olduğu gibi, süreç içinde karşı dini yok etseler de, çok kültürlülüğün mirası Batıni inanç, sökülüp atılamadı. Bâtınilik hep başlarına bela oldu ve bela olmaya devam ediyor. Bilimin olmasa da sağduyunun getirisidir bu.

DİPNOTLAR

1) Hıristiyanlıkta heretizme karşı “ortamı temizlemek” kavramı oluşmuştur. Örneğin 17. yüzyılda sıra dışı vaazları nedeniyle toprak ağaları tarafından piskoposa sık sık şikâyet edilen Fransız köy rahibi Jean Meslier’nin evi merkezden gelen rahipler tarafından “temizlendi”. Rahip Meslier günümüzde ateizmin önderlerinden biri olarak bilinir. Evinde ele geçildikleri 366 sayfalık üç nüsha el yazmasından bir tanesi sonradan kaçırıldı ve Paris’te basılarak el altından dağıtıldı. Ateizmin kitabı kabul edilen bu eserde Meslier tüm dinlerin ve Tanrı’nın sahteliğini ortaya koyuyordu. Eser 1928 yılında Atatürk’ün emriyle Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Aklıselim” adıyla yayınlandı. Günümüzde Kaynak Yayınları arasında “Sağduyu Tanrısızlığın İlmihali” adıyla tekrar yayınlandı.

34.jpg

Çizim: Semih Poroy.

2) Evlat edinmecilik, erken dönem Yahudi Hıristiyanlığı döneminin heretizmidir. Teslisteki baba, oğul ve kutsal ruh oligarşisini savunurlar. İsa’nın vaftizinde, dirilişinde ve yükselişinde Tanrı’nın Oğlu olarak “evlat edinildiğine” inanırlar. Samsatlı Pavlus 268 yılında bu doktrini benimsemiştir. 12. yüzyılda Papalık tarafından bütün izleri silinerek yok olmuştur.

3) O zamanlar bazı tarikatlar, sufi akımlar Sünni-gayrı Sünni diye siyah beyaz gibi tasniflenip ayrılmıyordu. Grilik ve değişkenlik vardı. Örneğin Anadolu Aleviliğinde çok önemli bir yeri olan Irak kaynaklı Vefailik ilk doğduğunda Sünnidir. Sonradan Oniki İmamcı olmuştur. Osmanlı padişahları, gayrı-müslim inanca sahip Balkan çocuklarından devşirilen yeniçeri ordusunu elinde tutmak için Bektaşiliği Balım Sultan’la kurumlaştırıp kullanmıştır.

4) 16. Yüzyıl, Osmanlı ekonomisinde çöküntünün başlangıç tarihidir. Avrupa’da deniz yollarının keşfi, Anadolu’dan geçen ipek ve baharat yolunu işlemez hale getirdi. Avrupa ordularının yeni ateşli silahlar kullanması, Osmanlı ordularının Viyana kapılarından dönmesine neden oldu. Her yenilgi beraberinde büyük toprak ve gelir kayıpları getirdi. İşgalci feodal ve köleci devlet düzenlerinde çökmeyle sonlanan bir kısır döngü vardır. Ganimet elde etmek için saldırmak ve kazanmak zorundadırlar. Kazanmak için büyük bir orduyu beslemek zorundadırlar. Büyük bir orduyu beslemek için saldırmak, kazanmak ve ganimet elde etmek zorundadırlar. Bir gün kaybettiklerinde ganimet kesilir, ordu aç kalır kendi halkını yağmalar.

Osmanlılarda bütün ekilebilir araziler miri (devlete ait)dir. Selçuklularda ıkta, Osmanlılarda dirlik (gelir getiren arazi) üzerine kurulu bir tımar sistemi vardı. Tımar sisteminde işgal edilen yerlerdeki arazilerin gelir toplaması sipahi denilen atlı askerlere bırakılırdı. Tımarlı sipahiler barış zamanı devlete vergi geliri, savaş zamanı sipahi (atlı asker) temin ederdi. Araziler, reaya köylülere “çift resmi” denilen rant karşılığı kiraya verilirdi. Osmanlı’da hane, karı koca ve çocuklardan oluşur. Kırsal alanda karı, koca, çocuklar ve bir çift öküzü olan hane “çiftçi” hanesidir. Haneye çiftçi kimliğini bir çift öküz kazandırır. Tımar arazileri çiftçi reayaya takdir edilen çift resmi karşılığı bölüştürülür. Reaya köylü çeşitli nedenlerle ekip biçemese de bu vergiden kurtulamaz. Ürün elde edemediği araziyi terk edip gitse de (çift bozan) sipahinin onu yakalayıp zorla çalıştırma hakkı vardır. Bu yöntem kentten gelip tımar arazisi ekenlere uygulanmaz. Tımarın, sipahisiz, doğrudan reaya kiralanması olmazdı. Tımarda en büyük rant “has” adıyla padişah ve saray erkanına ayrılırdı. “Zeamet” devlet işlerini yürüten bürokratın payıydı. “Tımar”, sipahi ve her çeşit askeri yöneticiye düşen rant payıydı. Vergiler reayanın ödediği çift resmi ile kalmazdı. Zekat ve öşür Müslümanların, haraç ve cizye gayrı-müslimlerin vergisiydi. Bu saydıklarım tekalifi şeriye yani normal zamanların vergisidir. Bir de tekalifi örfiye yani savaş, mali kriz, afet gibi durumlarda devreye sokulan çeşit çeşit türetilmiş vergiler vardır. Örneğin enzal denilen vergi, sefere çıkan ordunun kumanya ve barınma giderlerinin karşılanmasıdır. Osmanlıda savaş hiç bitmediğinden örfi vergiler de bitmez. Göçebeler bile vergilerden kaçamazlar. Göçebelerden Adet-i Ağnam, Ağıl resmi, Kışlak ve Yaylak vergileri alınırdı.

Osmanlı’da en düzenli ve sıkı tutulan kayıtlar vergi kayıtlarıdır. Köylünün her bir koyunu dahi kayıtlıdır. Ancak askere alınmayan, vergi vermeyen evlenmemiş kadının kaydı yoktur. Halen sosyal yaşamla ilgili tarihi bilgiler, sıkça vergi kayıtları üzerinden araştırılmaktadır. Osmanlı’da reaya, köylüye verilen addır. Reaya Osmanlıca sözlükte “sığır, koyun sürüsü” anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur. Koyun sürüsü kabul edilen halkın böyle bir açmazdan kurtulma şansı da yoktur. Defterdar Sarı Mehmed Paşa, yazdığı eserinde reayaya hem “yaratıcı tanrının bir emaneti”dir demiş; hem de reayanın yöneticiler gibi giyinmesinin, ata binmesinin, askeri sınıfa girmesinin, yani vergi verenden, vergi yiyene dönüşmesinin engellenmesi gerektiğini savunmuştur. Lütfi Paşa “Asafname” isimli eserinde “Reayadan olup ata ve dededen sipahizade olmayanı sipahi etmemek gerek. Kapı açılınca herkes reayadan kaçıp sipahi olur.” demiştir. İşte böyle ekonomik düzende dirliklerin bir kısmı padişah tarafından vakıf arazisi olarak uyumlu tarikat tekkelerine verilmiştir. Vakıf rantıyla geçinen tarikat şeyh ve dervişlerinin padişaha karşı köylünün hakkını savunma şansı yoktur.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

1) Ouguste Bailly: Bizans Tarihi 1-2.

2) Patrick Le Roux: Roma İmparatorluğu.

3) Edward Gibbon: Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi c1-3.

4) A. A Vasiliev: Bizans İmparatorluğu Tarihi.

5) Nihat Durak: Sinoplu Bir Gnostik Marcion.

6) Cengiz Batuk: Millenarianist Bir Hareket Olarak Montanizm.

7) Ahmet Kavlak: Hıristiyanlıkta İncil Yorumlarının Tarihsel Kaynakları.

8) Şinasi Gündüz: Pavlus Teolojisinde Gnostik Unsurlar.

9) Zafer Duygu: İsa’nın Yeni Ahit’te “Tanrı Oğlu” Olarak Tanımlanması Meselesi.

10) Ömer Yılmaz: Misyonerlik Faaliyetleri ve Misyonerliğin Teopolitik Boyutları.

11) Kübra Cengiz: Hıristiyanlık Söz Gücüyle mi Kılıçla mı Yayıldı?.

12) Şinasi Gündüz: Pavlus Hıristiyanlığın Mimarı.

13) Mehmet Çoğ: İslam Bizans ilişkileri Bağlamında Pavlikanlar Üzerine Bir değerlendirme.

14) Canan Seyfeli: Bizans Pavlikyanları İnanç ve Pratikler.

15) Sultan Gürsoy: Pavlikanlar.

16) Canan Seyfeli: Maniheizmden Bogolizme Anadolu’da Gnostikler.

17) Esma Çakır: Evliya Çelebi ve Yabancı Seyyahların Gözünden 17. yüzyılda Anadolu’da Hıristiyanlık.

18) Sakin Özışık: Ortaçağ, Hıristiyan Heresi Gruplarından Pavlikanlar.

19) Sultan Gürsoy: Haçsız Hıristiyanlar Pavlikanlar, Bizans Müslüman Arap Mücadelesinde Bir Cemaat Pavlikanlar.

20) Seçkin Gövercin: Anadolu’nun ilk Protestanları Pavlikanlar, Ermenistan Tarihi.

21) Yianni Cartledge ve Brenton Griffin: Ortaçağ Bizans İmparatorluğu’nun Çevresindeki Paulician ve Tondrakian Hareketleri.

22) Gürdal Aksoy: Halklar Hapishanesi Anadolu.

23) İsmet Zeki Eyüboğlu: Tanrı Yaratan Toprak Anadolu.

24) Ömer Tuncer: 13. yüzyıl Anadolu Devrimi.

25) William J. Griswold: Anadolu’da Büyük İsyan.

26) TİB: Anadolu Halk Ayaklanmaları.

27) Gürhan Bahadır: Ortaçağ Anadolu’sunda Türk İslam Medeniyetinin Oluşması.

28) Claude Cahen: Türklerin Anadolu’ya İlk Girişleri.

29) Mustafa Kafalı: Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi.

30) Osman Turan: Türk Tarihine Giriş.

31) Mustafa Kara: Tasavvuf ve Tarikatlar.

32) Emre Cihat Dinçoğuz: 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devletinde Öne Çıkan Bazı Sufi Şahsiyetler ve Anadolu’nun İslamlaşma Sürecine Katkıları.

33) Seyfullah Kara: Anadolu Selçuklularında Din ve Din Kurumları.

34) Esra Ateş: Din-Devlet İlişkileri Ekseninde 13. ve 16. yüzyılda Bogomilizm ve Tasavvuf Örneği Üzerinden Osmanlıdaki Heterodoks Hareketler.

35) Resul Ay: Bizans’tan Osmanlıya Anadolu’da Heterodoks İnanışlar ‘Öteki’ Dindarlığın Ortak Doğası Üzerine.

36) Ahmet Yaşar Ocak: Babaîler İsyanından Kızılbaşlığa Anadolu’da İslâm Heterodoksisinin Doğuş ve Gelişim Tarihine Kısa Bir Bakış.

37) Ramazan Açıkgöz: 11-13. yüzyıllarda Tasavvufun Anadolu’da Yayılmasını Kolaylaştıran Başlıca Faktörler.

38) Kader Altın Elif Kömürcü: Beylikler Döneminin Anadolu’nun Türkleşmesine Katkılar.

39) Ömer Lütfi Barkan: İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler.

40) Ahmet T. Karamustafa: Tanrının Kuraltanımaz Kulları.

41) Resul Ay: Anadolu’da Derviş ve Toplum,

42) Parviz Kazimi: Erken Tarihte Sosyal ve Kültürel İletişim ve Dinlerin Yükselişi.

43) Sümeyye Asan: Osmanlı Devleti’nde Din-Devlet İlişkileri Çerçevesinde Halk Dindarlığı.

44) M. Seyyit Şen: Ortaçağ Yakındoğusunda Derviş Toplulukları.

45) Kadir Özköse: Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Tasavvufi Zümre ve Akımların Rolü.

46) V. Gordlevski: Anadolu Selçuklu Devleti.

47) Ahmet Yaşar Ocak: Osmanlı Toplumunda Zındıklar Mülhidler.

48) Muhammet Kemaloğlu: Selçuklular Döneminde Anadolu’nun Türkleşmesi, İslamlaşması ve Hacı Bektaşi Veli.

49) Esat Korkmaz: Şeyh Bedreddin.

50) Abdülbaki Gölpınarlı: Şeyh Bedreddin.

51) Fahrettin Öztoprak: Balkan Türkleri ve Şeyh Bedreddin.

52) A. Cerrahoğlu: Şeyh Bedreddin.

53) Yıldırım Koç: Anadolu’nun Ütopik Komünistleri Şeyh Bedreddin Börklüceli Mustafa Torlak Kemal.

54) Orhan Türkdoğan: Sosyal Hareket Olarak Celali Ayaklanmaları.

55) Vikipedi ilgili konu başlıkları.

The post Dinlerin baş belası Anadolu first appeared on Bilim ve Gelecek.
 
Üst