- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 145,715
- Tepkime puanı
- 0
Çoğu insanın aklında bir soru var yanıtlamakta zorlandığı. Nasıl oluyor da Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi her geçen gün daha da derinleşir, açlar ordusu her geçen gün biraz daha büyürken, iktidar hala anketlerde %30-50 bandında oy alabiliyor?
İktidarın “şiddet kullanma becerisi”, medya gücü, yanlış bilgi bombardımanı, eğitimden eğlenceye, spordan dizilere kadar bir ideolojinin biteviye zihinlere boca edilmesinin rıza imalatına etkisi büyük elbette.
Ama açlık da ortada apaçık duruyor. Nüfusun neredeyse %80’i öyle ya da böyle, az ya da çok “beslenme, iş, eğitim, sağlık, barınma, güvenlik krizi ve gelecek belirsizliği” içinde hayatta kalmaya çalışıyor.
İnsanlar, bu denli olumsuz koşullar altında yaşarken, nasıl oluyor da yalan olduğu apaçık olan haber, bilgi ve olaylara yine de inanmaya devam ediyorlar. Gerçeklik kafalarına balyoz gibi vurduğunda bile inançlarından vazgeçemiyorlar?
Akılsız, eğitimsiz oldukları için değil. Maalesef en aklı başında görünenlerin bile hastaların ve yakınlarının damgalanmalarına, ayrımcılığa maruz kalmalarına neden olacağını umursamadan “toplum şizofren oldu” gibi abuklamaları da bu durumu açıklamıyor.
Toplumlar hastalanmaz. Dahası topluma hasta gözüyle bakmak toplumu tedavi arayışına iter. İçindeki mikropların, hastalığa neden olan etkenlerin tedavi edilmesi, toplumun temizlenmesi gibi niyetler ırkçılığa, faşizme davet çıkarmaktan öte anlam taşımaz. Naziler “toplumlarını” Yahudi “mikrobundan” temizleyeceklerini, 12 Eylül darbecileri de “toplumu iyileştireceklerini” iddia ediyorlardı. Nasıl tedavi ettiklerini biliyoruz, değil mi?
İnsanların inançlarını ihtiyaçları belirler. İnançlarımız ihtiyaçlarımıza hizmet eder. İnsan, içinde yaşadığı dünyayı bilmeye ve anlamaya, güvenli bir çevrede yaşadığını ve bir grubun parçası olduğunu hissetmeye ihtiyaç duyar.
Bu ihtiyaç saç ayağı neye inanacağımızı belirler. İhtiyaçlarımızı karşılayabileceğini bize hissettiren(ler)e inanmaya eğilim gösteririz. Olayları, haberleri, bilgileri, kişileri; nesnellikleri, doğrulukları ya da gerçekliğe uygun olup olmadıklarından çok, bizim inançlarımıza benzerliklerine göre değerlendiririz. İnsanlara ve özellikle siyasal aktörlere de ihtiyaçlarımızı karşılayıp karşılamayacaklarına göre inanırız.
O halde toplumun ağırlıklı çoğunluğunun ya da başka bir deyişle “ortalamasının” ihtiyaçlarına bakarak “ortalamanın inancının” ne olduğuna üzerine düşünmeye başlayabiliriz.
Dünyayı tehditlerle dolu tehlikeli bir yer olarak algılayan kişi, güvenlik kaygılarını ancak güçlü olursa giderebileceği için güce ihtiyaç duyar. Tehditkâr bir çevrede güçlü olmanın en doğru yolu güçlü olanlarla bir araya gelebilmekten geçer. Güçlülerin birliği ise ancak güçlü bir liderin yönetiminde tehlikeleri ortadan kaldırabilir. Bir kere dünya güçlülerin hayatta kaldığı bir yerdir algısı yerleşince bu algı ancak dünyada herkesin hak ettiği gibi yaşayacağı “adil dünya inancıyla” hemen ilişkilenir. “Layığını buldu”, “böyle başa böyle tarak”, “toplumlar hak ettikleri gibi yönetilirler” gibi değersizleştirici aforizma yumurtlamaları, bu inançları daha da sağlamlaştırmaktan başka bir işlev görmez.
Bu inanış tarzı, sadece büyük ölçekli politik kararlar için işlemez. Dahası büyük ölçekli politik kararları (oy verme gibi), bireysel ihtiyaçların belirlediği inançlar şekillendirir. Örneğin, kadın özgürleşmesi hareketlerinin kendi otoritesini zayıflattığını hisseden bir “erkek”, insanların eşit olduğu politikasını yürüten bir siyasi partiye oy vermeyecektir. O siyasi partinin onun hayat koşullarını, maaşını, iş güvencesini artırması vaadleri o “errkeğe” kesinlikle “gerçekçi” gelmeyecektir. Tersine, erkeğin kadından üstün olduğunu savunan siyasi partinin/liderin apaçık yalanlarına bile “gerçek” muamelesi yapacaktır. “Kadınla erkek eşit diyorlar, bir kere fıtrata aykırı, madem eşitler 100 metre yarışsınlar bakalım eşitler mi” diyen liderin çarpıtmasına “errkeklerin” alkışlayarak, “bravo, çok doğru” demeleri de bu yüzdendir. Ve “aslında adam haklı” diyenler de öyle sadece siyasal islamcılar değildir.
Tehditkâr bir dünyada, güçlü ve otoriter bir lidere duyulan ihtiyaç ile toplumsal hiyerarşiye inanç arasında da güçlü bir ilişki vardır. Toplumda eşitlik değil, güç hiyerarşisi olması gereğine inanma ihtiyacı duyanlar için bu hiyerarşiyi savunanların söylediklerinin yalan olmasının önemi yoktur.
Bu durum, bir paradoksu da doğurabilir. Toplumda, mevcut “karizmatik, otoriter, güçlü” lideri ancak bir başka “karizmatik, otoriter, güçlü” lider yenebilir inancı yerleşebilir. Liderlerin değişmesinin toplumsal koşulları değiştireceğine olan inanç zayıflar ve “otoriter yalancılık” norm haline gelebilir. Böyle olunca da, “ennn çok yalan söyleyebilen, ennn otoriter olan, toplumsal eşitsizliği ennn çok derinleştirecek kim olacak?” yarışı doğabilir. Dinsizin hakkından imansız gelir durumu yani.
Dünyayı tehdit edici, tehlikeli bir yer olmaktan çıkarma, eşitlikçi bir toplum kurma vaadini otoriter karizmatik bir lider verebilir mi? Zamanımızın zor politik sorusu budur!
İktidarın “şiddet kullanma becerisi”, medya gücü, yanlış bilgi bombardımanı, eğitimden eğlenceye, spordan dizilere kadar bir ideolojinin biteviye zihinlere boca edilmesinin rıza imalatına etkisi büyük elbette.
Ama açlık da ortada apaçık duruyor. Nüfusun neredeyse %80’i öyle ya da böyle, az ya da çok “beslenme, iş, eğitim, sağlık, barınma, güvenlik krizi ve gelecek belirsizliği” içinde hayatta kalmaya çalışıyor.
İnsanlar, bu denli olumsuz koşullar altında yaşarken, nasıl oluyor da yalan olduğu apaçık olan haber, bilgi ve olaylara yine de inanmaya devam ediyorlar. Gerçeklik kafalarına balyoz gibi vurduğunda bile inançlarından vazgeçemiyorlar?
Akılsız, eğitimsiz oldukları için değil. Maalesef en aklı başında görünenlerin bile hastaların ve yakınlarının damgalanmalarına, ayrımcılığa maruz kalmalarına neden olacağını umursamadan “toplum şizofren oldu” gibi abuklamaları da bu durumu açıklamıyor.
Toplumlar hastalanmaz. Dahası topluma hasta gözüyle bakmak toplumu tedavi arayışına iter. İçindeki mikropların, hastalığa neden olan etkenlerin tedavi edilmesi, toplumun temizlenmesi gibi niyetler ırkçılığa, faşizme davet çıkarmaktan öte anlam taşımaz. Naziler “toplumlarını” Yahudi “mikrobundan” temizleyeceklerini, 12 Eylül darbecileri de “toplumu iyileştireceklerini” iddia ediyorlardı. Nasıl tedavi ettiklerini biliyoruz, değil mi?
İnsanların inançlarını ihtiyaçları belirler. İnançlarımız ihtiyaçlarımıza hizmet eder. İnsan, içinde yaşadığı dünyayı bilmeye ve anlamaya, güvenli bir çevrede yaşadığını ve bir grubun parçası olduğunu hissetmeye ihtiyaç duyar.
Bu ihtiyaç saç ayağı neye inanacağımızı belirler. İhtiyaçlarımızı karşılayabileceğini bize hissettiren(ler)e inanmaya eğilim gösteririz. Olayları, haberleri, bilgileri, kişileri; nesnellikleri, doğrulukları ya da gerçekliğe uygun olup olmadıklarından çok, bizim inançlarımıza benzerliklerine göre değerlendiririz. İnsanlara ve özellikle siyasal aktörlere de ihtiyaçlarımızı karşılayıp karşılamayacaklarına göre inanırız.
O halde toplumun ağırlıklı çoğunluğunun ya da başka bir deyişle “ortalamasının” ihtiyaçlarına bakarak “ortalamanın inancının” ne olduğuna üzerine düşünmeye başlayabiliriz.
Dünyayı tehditlerle dolu tehlikeli bir yer olarak algılayan kişi, güvenlik kaygılarını ancak güçlü olursa giderebileceği için güce ihtiyaç duyar. Tehditkâr bir çevrede güçlü olmanın en doğru yolu güçlü olanlarla bir araya gelebilmekten geçer. Güçlülerin birliği ise ancak güçlü bir liderin yönetiminde tehlikeleri ortadan kaldırabilir. Bir kere dünya güçlülerin hayatta kaldığı bir yerdir algısı yerleşince bu algı ancak dünyada herkesin hak ettiği gibi yaşayacağı “adil dünya inancıyla” hemen ilişkilenir. “Layığını buldu”, “böyle başa böyle tarak”, “toplumlar hak ettikleri gibi yönetilirler” gibi değersizleştirici aforizma yumurtlamaları, bu inançları daha da sağlamlaştırmaktan başka bir işlev görmez.
Bu inanış tarzı, sadece büyük ölçekli politik kararlar için işlemez. Dahası büyük ölçekli politik kararları (oy verme gibi), bireysel ihtiyaçların belirlediği inançlar şekillendirir. Örneğin, kadın özgürleşmesi hareketlerinin kendi otoritesini zayıflattığını hisseden bir “erkek”, insanların eşit olduğu politikasını yürüten bir siyasi partiye oy vermeyecektir. O siyasi partinin onun hayat koşullarını, maaşını, iş güvencesini artırması vaadleri o “errkeğe” kesinlikle “gerçekçi” gelmeyecektir. Tersine, erkeğin kadından üstün olduğunu savunan siyasi partinin/liderin apaçık yalanlarına bile “gerçek” muamelesi yapacaktır. “Kadınla erkek eşit diyorlar, bir kere fıtrata aykırı, madem eşitler 100 metre yarışsınlar bakalım eşitler mi” diyen liderin çarpıtmasına “errkeklerin” alkışlayarak, “bravo, çok doğru” demeleri de bu yüzdendir. Ve “aslında adam haklı” diyenler de öyle sadece siyasal islamcılar değildir.
Tehditkâr bir dünyada, güçlü ve otoriter bir lidere duyulan ihtiyaç ile toplumsal hiyerarşiye inanç arasında da güçlü bir ilişki vardır. Toplumda eşitlik değil, güç hiyerarşisi olması gereğine inanma ihtiyacı duyanlar için bu hiyerarşiyi savunanların söylediklerinin yalan olmasının önemi yoktur.
Bu durum, bir paradoksu da doğurabilir. Toplumda, mevcut “karizmatik, otoriter, güçlü” lideri ancak bir başka “karizmatik, otoriter, güçlü” lider yenebilir inancı yerleşebilir. Liderlerin değişmesinin toplumsal koşulları değiştireceğine olan inanç zayıflar ve “otoriter yalancılık” norm haline gelebilir. Böyle olunca da, “ennn çok yalan söyleyebilen, ennn otoriter olan, toplumsal eşitsizliği ennn çok derinleştirecek kim olacak?” yarışı doğabilir. Dinsizin hakkından imansız gelir durumu yani.
Dünyayı tehdit edici, tehlikeli bir yer olmaktan çıkarma, eşitlikçi bir toplum kurma vaadini otoriter karizmatik bir lider verebilir mi? Zamanımızın zor politik sorusu budur!