Emperyalizmin İrlanda mucizesi Türkiye’deki sürece örnek olabilir mi?

Elizabet

Administrator
Yönetici
Katılım
Ocak 16, 2025
Mesajlar
294,955
Tepkime puanı
0
Kutsal Roma dini gelmeden önce paganların lanetli eşitlikçi toplumu, Keltleri çepeçevre sarmıştı. Roma ordusu, İskoçya düzlüklerine kadar ilerlemiş ve bu büyülü topraklarda bataklığa saplanıp kalmıştı. Beş iyi imparatordan biri olan Publius Aelius Traianus Hadrianus, insan öğüten bu cehennemin, ekonomik açıdan kendisine bir şey vadetmediğini görmüştü. Garip bir duvar ördürdü; duvar, sembolik bir çizgiydi. Bir tarafta medeni insanların dünyası, diğer tarafta barbarların dünyası vardı. Kelt kadınları savaşıyor, acımadan Romalı kelleleri düşürüyordu. Roma için bu şok ediciydi; çünkü Romalı kafası, kadını sadece damızlık hayvan olarak görüyordu. Barbar denen kabileler, eşitlikçi toplum yapısına tutunan savaşçı topluluklardı.1 Londra’daki Boudica anıtı, düşünme kabiliyetini yitirmemiş zihinlere çok şey anlatır. Güçlü imparatorların kudretli anıtlarından farklı olarak bu heykelde iktidarı ve askeri gücü ele geçirmiş barbar bir kadın görürüz. Tarihin ironisi, İngilizler özgürlüğünü borçlu olduğunu düşündüğü ve anıtını diktiği bu kadının yolundan gitmemiş ve krallık İngiltere’si medeni Roma’nın mirasını sahiplenmiştir. Tarihçi Tacitus’un söylediği gibi, togalarının içinde Britonlar rezil ve iğrenç görünmektedir. Roma medeniyetine öykünen, onun dilini konuşan ve onun gibi davranan kabile şefleri Tacitus’un gözünde karaktersizliği simgelemektedir. Direnmeyen, savaşmayan ve güçlüye boyun eğen halklar saygıyı hak etmezler.

Bugün, bilinen İngiltere’nin yani Londra ve çevresinin ehlileştirilmesi (Romalılaştırılması) tesadüf değildir. Bu coğrafyanın tam karşısında İrlanda adasının vahşi kalması ve barbar akınlarının üssü olması binlerce yıla dayanacak bir onur mücadelesini muştulamaktadır. Büyük medenileştirici, Kelt kabilelerinin üzerine bir silindir gibi yürümüştür. İskoçya düzlüklerine ağır zırhlarla giren kibirli İngiliz kralları, kendi kuvvetlerinden kat be kat küçük olan barbar güçlere yenilmiştir. Tıpkı imparator Augustus’un ordusunun ormanın içinde yitip gitmesi gibi İngiltere kraliyet ordusu çamura saplanmış ve bataklığın içinde tıpkı bir domuz pisliği gibi kaybolmuştur. Tarih tam bu noktada bize bir Roma lanetini fısıldamaktadır. Roma’yı mucizevi kılan şey, yüzlerce bozguna dayanabilme kabiliyetidir. Kralın kellesini alsanız bile bu nihai zafer anlamına gelmemektedir. İşte bağımsızlığa yürüyemeyen İskoçya’nın ve sorunlu bir anlaşmayla (1921) bağımsızlığa kavuştuğunu düşünen İrlanda’nın trajedisi burada yatmaktadır.

Binlerce yıl sonra Britanya’da ezilen ve inim inim inleyen halklar için bir umut doğmuştur. 1916 yılında yine dönemin barbarları olan İrlandalılar tarafından yakılan cumhuriyet ateşinin kıvılcımları Rusya’ya kadar ulaşmış ve orada tersine zafere ulaşmıştır. Sovyetlerin zaferi, ezilen ve ulusal kimlikleri için mücadele eden halklar için büyük bir umut olmuştur. Yine Sovyetlerin geriye çekilişi bu halklar için büyük bir trajediye dönüşmüştür.

Tüm dünyada farklı tonlarda gibi görünse de benzer tarihsel süreçler işlemiştir. Çünkü üretim ilişkileri ve sınıf kavgaları paraleldir. Anadolu’ya bakıldığında da Britanya’daki halklara benzer bir yapı görülebilir. Bunun zorlama bir yakınlaştırma biçimi olduğu düşünülebilir ancak Anadolu tarihine bakıldığında öyle olmadığı görülecektir. Elbette yine ironik biçimde kendisini Roma ile özdeşleştiren Osmanlı hanedanlığının etki alanında çıkan isyanlar da tarihteki diğer isyanlarla paralellikler taşımaktadır. Burada artık karşı karşıya olduğumuz şey bir sınıf savaşıdır. Şeyh Bedreddin İsyanı, fakir köylünün koca Roma’ya karşı ayağa dikilmesidir. “Fatih merkeziyetçi bürokratik imparatorluğunu kurarken, karizmatik kişiliğiyle uc beylerinin bağımsız durumunu büyük ölçüde kısıtlayabilmiş; onların I.Mehmed ve II. Murad dönemlerinde devletin genel siyasetinde oynadıkları kesin role son vermiştir. Herhalde merkezin kontrolünden kaçmaya çalışan uc beyleriyle Otman Baba arasında geleneksel bir anlaşma ve dayanışma anlaşılır bir şeydir. Bölge, böylece merkeze karşı ayaklanmaların değişmez odak noktası olmuştur. Evvelce Şeyh Bedrettin’in bu bölgede, dünyayı adalete kavuşturmak iddiasıyla bir mehdi sıfatıyla uc beylerine, Yörüklere ve fakir uc sipahilerine dayanarak çıkardığı isyan, devleti temelinden sarsmış, onun idamından (1416) sonra Bedreddinliler, bölgedeki abdallar ve ışıklar arasında yüzyıllarca varlıklarını korumuşlardır”. (İnalcık, 2020: 603). 2

Kayser-i Rum Mehemmed (Fatih Sultan Mehmet), kendisini Roma imparatoru olarak görmüştür. Müslüman Romalı, bu unvanı fazlasıyla hakketmektedir; bunun için Bedreddinlileri, Anadolu’dan tamamen söküp atmak için kanlı mücadeleler vermiştir. Mehemmed, yerleşik mülk sahibi sınıfların temsilcisidir. Fetihlere çıkmadan önce kendisinden sonra gelecek Sultanlar gibi önce içeriyi fethetmek zorunda kalmıştır. İç sefer olmadan, dış sefer yapılamamaktadır. Anadolu, sömürüye karşı kaynayan bir kazan gibidir. Tıpkı Spartaküs gibi Şeyh Bedreddin, Anadolu’da ezilen halklar için önemli bir sembol olmuştur. Yörük Türkmenler, Kürtler ve nice halklar zorbanın iktidarına karşı her baş kaldırdığında Roma’yı tir tir titreten bu adamı hatırlamıştır.

Neden bunca tarihi anekdotu aktardım? Çünkü, tarihe bakmayı bilmeyenler burnunun ucunu göremez. Artık bu tarih ezilenlerin hafızasından siliniyor. Destanlara konu olan Şeyh Bedreddin gelecek kuşaklara aktarılamıyor. Halklar ehlileştirildikçe, kolektif hafıza silikleşiyor ve zorbalar kahraman kılığında yeniden beliriyor. Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, yüzyıllardır kolektif hafızasında zorbaya karşı direnişin destanını taşıyan halkları ayağa kaldırdı. Küresel emperyalist sistem büyük bir türbülansa girdi. Dünya halkları birleşmeye ve evrensel adaleti kurmaya çok yakındı. Devrim treni Berlin surlarına tosladığında, İrlandalı yoksullar kendi zorbalarıyla baş başa kaldı.

Liberallerin mucize barış olarak sunduğu Anglo-İrlanda paktı, kurşuna dizilen cumhuriyetçi ve sosyalistlerin kanıyla sulandı. İç savaş sonrası mücadele kesintisiz devam etti ve bugün insanların anlamakta zorlandığı bir gerçeklik ortaya çıktı. IRA olarak bilinen cumhuriyetçi ordu, sadece İngiltere ile değil İrlanda hükümetiyle de çatışmalara girdi. İrlanda trajedisinin boyutları çok katmanlıydı ve Friedrich Engels’in kehanetiyle ifade edecek olursak, İngiliz işçi sınıfından kopan İrlandalı yoksul, kendi acımasız sömürücü sınıfıyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Örneğin: İngilizler tarafından acımasızca katledilen devrimci James Connolly, işçileri ve ezilen İrlandalı yoksulları savunduğu için İrlandalı mülk sahiplerinin nefret ettiği bir isimdi. Anglo-İrlanda anlaşması sonrası yaşanan iç savaş bu nefretin açığa çıkmasına vesile oldu. İngiliz işgalinin üzerini örttüğü sınıfsal gerilimler örtü kalkınca ortaya çıkmıştı. Reel sosyalizmin insanlık için halen güçlü bir alternatif olduğu yıllarda IRA dağılmadı ve dünyadaki tüm ezilenlerin sembolü olacak önemli işlere imza attı. Günahı ve sevabıyla IRA efsanesi tıpkı Bedreddin destanında olduğu gibi yoksullar ve ezilen halklar için önemli bir moral kaynağı oldu. İngiliz emperyalizmi tarafından inim inim inletilen halklar (buna Kızılderililer dahil), İrlanda’nın bağımsızlık ve cumhuriyet için attığı her kurşunla moral buldular. Elbette bu gücün ve psikolojik üstünlüğün kaynağı SSCB idi. Reel sosyalizm dağıldığında büyük şok dalgaları tüm dünyayı vurdu ve sömürücü sınıflar artık yoksullara karşı silah kuşanmıştı. Böylesi bir küresel tabloda IRA’nın yoluna devam etmesi imkansızdı. Büyük güç ABD, artık Kuzey’de çatışma istemiyordu ve Belfast limanı önemli bir ticaret noktasıydı. Bu yüzden çatışmaların sonuna gelinmeliydi. 10 Nisan 1998 yılında imzalanan "Hayırlı Cuma" anlaşması Avrupa’da ezilen halklar ve anti emperyalizm cephesinde bir çağın kapandığını haber veriyordu. Anlaşma liberallerin pazarladığı gibi mucizevi, dahiyane ve demokrasinin zaferi falan değildi. Reel sosyalizmin tarih sahnesinden çekildiği bir evrede masaya oturtulan taraflar "akılcı" davranmaya davet edilmişti.

Şimdi, Türkiye’de bir söylence aldı başını gidiyor. Herkes akılcı olmaya davet ediliyor. Duygular işe karışmamalı, kapalı kapılar ardında yoksul halkların geleceğine, diplomasi denen sanatla yön verilmeliydi. Dünya bir satranç tahtası ve soğukkanlı hamleler yapan bu savaşı kazanır diyorlar. Bir yerde akılcılığa çok vurgu yapılıyorsa orada yoksul kitleler devre dışındadır. Kürt sorununu çözmede devlet ve Kürt tarafı ne gibi müzakereler yapıyor bilmiyoruz. “Bunun böyle olması, herkesin her şeyi bilmesi gerekmiyor” diyorlar…

Öyle ya İrlanda barışı mucizesinde neler olmuştu öyle? Sahi neler oldu? İrlandalı ve İngiliz yoksullar tam olarak neyi çözdüler? Bugün, İrlanda Cumhuriyeti’nde yapılan anketlerde insanlar adanın neden hala parçalı olduğunu ve birleşmesi gerektiğini söylüyor? İrlandaca (Gaelige) nasıl İngilizce’ye yenildi ve insanlar kendi diline yabancılaştı? İrlanda anadilini, ruhunu ve geleceğini anlaşmalarla nasıl kaybetti? Neden yoksul İrlandalılar bu anlaşmayı "Hayırsız Cuma" olarak adlandırıyor? Tüm bu sorular liberallerin gürültüsü altında değersizleştiriliyor ve İrlanda barışı mucizevi bir çözüm gibi yoksul halklarımızın karşısına sunuluyor. İngiltere, tüm bu tozun dumanın arasında önemli deneyimlerini taraflarla paylaşıyor. Türkiye’de sürece dair yaşananları kavrayabilmek kolay değil, YouTube sağ olsun her kafadan bir ses çıkıyor. Kimsenin esaslı bir iş yapacağı da yok gibi görünüyor. Gazeteci Hasan Cemal, bir önceki süreçte Kandil’e gitmiş ve Murat Karayılan ile röportaj yapmıştı. Hasan Cemal’in görüşlerine katılıp katılmamak değil buradaki sorun. Şu anda gazetecilerin Kandil’e gidip sürece dair kamuoyunu bilgilendiremiyor oluşu çok büyük bir sorun. Hatta buna İmralı da dahil edilmeli. Ancak bu paradigma yoksulların cephesinden bakan birisi için olmazsa olmaz gibi görünüyor. Yoksulların, birbirine kırdırılan halkların bilgi edinme hakkı satrancın karşı iki cephesinde olanların pek umurunda değilmiş gibi görünüyor. Kamuoyunun böylesine karartıldığı bir ortamda Türkiye’ye ilişkin bir şeyler söylemek çok zor. Ancak İrlanda ekseninden bir şeyler söylemek gerekirse, liberallerin ağızlarından düşürmedikleri barış ve demokrasi mucizesine inanmayın. İnsanlar ölmüyor, kan dökülmüyor diye trajedi son bulmuyor ve halklar sonsuz özgürlüğe kavuşmuyor. Emperyalistlerin zorla getireceği barıştan kimseye hayır gelmeyeceğini mevcut örneklere bakarak akıldan çıkarmamak gerekiyor. Emperyalizmin barışı, temelde sömürücü sınıfların çıkar birliğine dayanır ve gelecekte bu çıkarlar çatışırsa ya da ezilenler başını kaldırmaya kalkarsa, silahlar tekrar gömüldükleri yerden çıkabilir.

  • 1
    Böylece Hazal Güven’in sunduğu ve Nevzat Evrim Önal’ın konuk olarak katıldığı “Herkes İçin Ekonomi” programına küçük bir katıda bulunabiliriz. Tarihte eşitlikçi toplum yapılarını henüz tam olarak terk etmemiş (barbar) kavimlerle, kölelik düzenine "profesyonel" olarak geçmiş olan sınıflı toplumlar çok sık karşı karşıya gelmişlerdir. Britanya adası bu bakımdan çok zengindir. Sınıflı toplumları barbarlarla yaşanılan karşılaşmada şok eden şey savaşçı kadınların varlığı olmuştur. Orta Çağ’a kadar uzanan bu korku cadı histerisinin yayılmasına ve paganizmle nihai hesaplaşmaya kadar varmıştır. “Medeniyetin” barbarlara karşı savaşı aynı zamanda kadının ev içinde tutsak alınması ve köleleştirilmesi savaşı da olmuştur.

  • 2
    İnalcık, Halil (2020). Fatih Sultan Mehemmed Han. İstanbul: İş Bankası Yayınları
 
Üst