Ergin Yıldızoğlu: “Sol, kültür savaşını ekonomik ve siyasi savaştan ayırmamalı”

Elizabet

Administrator
Yönetici
Katılım
Ocak 16, 2025
Mesajlar
318,239
Tepkime puanı
0
Hazırlayan: Oğuz Alkan

Kültürel hegemonya, Türkiye’de uzun süredir tartışılan bir konu. Özellikle Gezi Direnişi sonrasında ortaya çıkan iktidar krizleri karşısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve İletişim Başkanı Fahrettin Altun bu meseleyi gündeme getirdi. Erdoğan, Mayıs 2017’de, çocuk istismarı ile bilinen Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşmada; Altun ise 2018’de attığı bir tweet ile kültürel hegemonya meselesine değindi. Her iki açıklamada da iktidarın siyasi hegemonyasından şüphe duyulmadığı, ancak kültürel hegemonya konusunda sıkıntılar yaşandığı ifade ediliyor. Aynı zamanda, muhalefetin kültürel gücünü kırmaya yönelik bir tehdit de yer alıyor.

İktidar temsilcileri, bu açıklamalarında siyasi ve kültürel alanları net bir biçimde birbirinden ayırıyor ve değerlendirmelerini bu ayrım üzerinden yapıyor. Siyasi rakiplerine karşı iktidarlarını kesin bir güvenle savunurlarken, kültürel alan konusundaki endişeleri daha derin bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu bağlamda kültürel hegemonyanın ne olduğu ve bundan ne anlaşılması gerektiği; iktidarın iddia ettiği gibi bu alanın gerçekten muhalefetin elinde mi kaldığı; dizi ve film endüstrisinde açığa çıkan gelişmelerin kültürel hegemonya açısından ne anlam ifade ettiği ve sol bir kültürel mücadelenin araç ve imkânlarının ne olduğu soruları ilk elden akla geliyor.

Tartışma dosyamızın ilk haftasında siyaset bilimci-yazar Ergin Yıldızoğlu ile bu sorular etrafında bir araya geldik.

***

“Kültür” deyince öncelikle akla, sanat, edebiyat, müzik, bazen de felsefe ve tabii entelektüeller geliyor. Bu kısmen doğru ama yetersiz bir tanım. Bu tanımla, kültürel hegemonya, entelektüellerin sanatçıların siyasi tercihlerinin belirlenmesine kadar daralıyor. O durumda siyasi baskının ve susturmanın kültürel hegemonya için yeterli olması gerekirken, Rejimin sık sık kültürel hegemonyasını kuramamış olmasına ilişkin yakınmalarını anlamak zorlaşıyor. Öyle ya istediklerini, keyfi gerekçelerle tutuklayıp içeri atabiliyorlar, işlerine gelmeyen yayınları kapatıyor, haberlere erişim yasağı getiriyorlar; kültür endüstrisi çoğunlukla onun taraftarlarının elinde ama, her nasılsa bu onlara yetmiyor.

Ancak “kültür” kavramını, geniş kapsamlı, hatta antropolojik bir düzeyde tanımlamaya başladığımızda Rejimin biteviye kültürel hegemonya kuramamaktan yakınmasının gerçek anlamını kavramaya başlıyoruz.

Kültür konusunu tartışmaya başlarken ben Prof. Robert Sapolsky’nin (Stanford Üniversitesi’nde nörobilimci, primatolog, biyoloji, nöroloji ve beyin cerrahisi profesörü. Özellikle nöroendokrinoloji ve stresle ilgili konulara odaklanıyor) bir makalesinde “işleri yapma şeklimiz” ve “alışkanlıkların ve bilgilerin sosyal yollarla aktarılması” gibi tanımlardan da yararlanarak kültürü “değerlerin, tarzların, bilgilerin, davranışların tamamı” olarak tanımlamasını benimsemeyi tercih ediyorum. O zaman bir rejim açısından, “değerlerin, tarzların, bilgilerin davranışların bir sonraki kuşaklara genetik olmayan yollarla aktarılması”, kalıcılık açısından büyük önem kazanıyor.

Bir toplumda değerler, tarzlar, bilgiler, davranışlar söz konusu olduğunda da konu hemen, o toplumun “simgesel evrenine”, egemen “hakikat rejimine” geliyor.

Lacan’cı psikanalize ait bir kavram olarak "sembolik evren", insanın içinde yaşadığı dil, anlamlar, yasalar ve toplumsal normlardan oluşan yapılandırılmış sistem anlamına gelir. Her toplum, kendi egemen sembolik evrenini, yaratır ve bu evreni "doğal" gibi gösterir.

Bu anlamlar sistemi iktidar tarafından kurulmuştur ve belirli çıkar gruplarına hizmet eder.

İnsanlar çoğu zaman bu evrenin farkında değildir çünkü "gerçekliği" bu çerçeve içinde algılarlar.

“Hakikat rejimi” bu “simgesel evrenin” yönetimine ilişkindir: Foucault’ya göre, her toplum belirli bir dönemde hakikatin nasıl üretileceğini, kimlerin hakikati söyleyebileceğini ve hangi yöntemlerin meşru kabul edileceğini belirleyen bir sistem geliştirir. Jack Ranciere’in “sanat rejimleri” de bir alt kategori olarak düşünülebilir. Jacques Rancière’in "sanat rejimi" duyumsanabilir olanın paylaşımı ile, yani toplumda iktidar ilişkilerinin, neyin görülmesine, söylenmesine ve düşünülmesine, sanat olarak kabul edilmesine izin veriyor olmasıyla da ilgilidir.

Şimdi, “simgesel evren”, “hakikat rejimi” “sanat rejimi” kavramlarını bir araya koymaya çalışalım. Kültürel hegemonyanın, bu kavramların tanımladığı alanların, ilgili kodların, normların, “konuşulabilir olanın” (Aristotales) duyumsanabilir olanların sınırlarının belirlenmesi, bunların gelecek kuşaklara aktarılabilmesi ile ilgili olduğunu görebiliriz.

İkincisi, ekonomik ilişkiler, sınıf çelişkileri kaçınılmaz olarak bir kültürün içinde yaşanır. Bu kültür içinde konuşulabilenin, duyumsanabilenin sınırları, aslında haklar ve özgürlüklerin sınırlarına, siyasetin konusuna, kavramlar ve normlar ise mücadelenin araçlarına ilişkindir.

Örneğin bir işçi salt beslenme, barınma ve çoğalma gereksinimleriyle sınırlı biyolojik bir varlık değildir. İşçi birey, ahlakı, inançları, doğru ve yanlışı ayırt etmesine, kendi durumunu (sınıfsal konumunu) tanımasına, sınıf bilincine ulaşmasına, arzularını ifade etmesine uygun kavramlara da sahip olmalıdır. Bu açıdan bakınca gerek egemen rejimin, genel olarak kapitalizmin, sınıf, sömürü, eşitlik gibi kavramları, ya da en azınan sınıf içeriklerini bastırmaya ve konuşulabilir, arzulanabilir olanın dışına itmeye çalıştığı görülür.

Bu açıdan bakınca Türkiye’de Siyasal İslam’ın; türban’dan, sanat tanımına, kadınların konumuna, LGBTQ bireylerin haklarına yönelik, dozu yüksek fiziki ve simgesel şiddete ve hepsinden önemlisi eğitim sisteminde yapılmaya çalışılan dönüşümlere karşın kültürel hegemonyasının henüz kurulamadığını ve bu durumun bilincinde olarak, geleceği konusunda bir türlü rahatlayamadığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

AKP ve Erdoğan iktidarıyla birlikte son yirmi yılda kültürel anlamda Türkiye’de nasıl bir dönüşüm gerçekleşti?

“Erdoğan iktidar”ı kavramı bile kültür savaşlarında rejimin esas karakterini, Siyasal İslam’ın Ruhban sınıfının iktidarını gizlemeye yardım eden bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Sınıf mücadelelerinin, işçilerin ekonomik gereksinimlerine indirgenmesi de aç ve sefil olanların bile sandık başına gittiklerinde Rejimin partisine oy verme nedenlerinin, dolayısıyla bunları değiştirmenin koşullarının anlaşılmasını zorlaştırıyor.

Son 20 yılda Türkiye’de siyasal İslam kendi haklarını ve özgürlüklerini genişletmek, topluma dayatmak, buna karşılık dışarda kalanların haklarını ve özgürlüklerini sınırlamak, kendi “hakikat rejimini” dayatmak konusunda büyük yol aldı. Ancak Gezi olayıyla birlikte bu değişimin sınırlarına dayandığının da ayırdına vardı. Modern kapitalist sınıflar kendi yaşam tarzlarına, ekonomik pratiklerine çok daha uygun olan laik-seküler dünya anlayışlarını, beden estetiklerini (giysi ve cinsellik) terk etmekte, “dinci hakikat rejimini” benimsemekte çok isteksiz ve dirençli davrandılar. İşin aslına bakarsanız bu rejim 2007 seçimlerinden bu yana hiç bir seçimi hile hurda karıştırmadan kazanamadı. Kısacası bu, toplumsal desteğini, seçmen çoğunluğunu kaybetmiş bir rejimdir.

Ancak bir tarihsel ironi de gözden kaçmamalı: Laik seküler “dünyanın” temsilcisi olmak iddiasındaki muhalefet partisi CHP, son 20 yılda dünya görüşü itibariyle, Siyasal İslam’ın tabanına hoş görünmek amacıyla sürekli “dinci hakikat rejimine” yakınlaşmaya çalıştı; kendi tabanının duyarlılıklarını, cumhuriyetçi laik “hakikat rejimini” korumaya çalışmadı. Benzer bir tutumu, cumhuriyetçi seküler “hakikat rejiminin” kurucularından burjuva sınıfın temsilcisi TUSİAD gibi meslek örgütlerinin tavrında da gördük.

Bu alanda hegemonya gerçekten iktidarın iddia ettiği gibi muhalefetin elinde mi kaldı? Eğer öyleyse, muhalefet buradan nasıl siyasi sonuçlar üretebilir?

Kültürel hegemonya “muhalefetin elinde” kalmadı ama toplumda da hala Siyasal İslam’ın kültürel hegemonya kurma çabaları karşısında ciddi bir direniş var ve bu direniş muhalefetin tutumundan, direnişinin zayıflığından yakınıyor. Muhalefetin özellikle de sol muhalefetin bu direnişle ilişki kurması, onu büyütmeye çalışması gerekiyor.

Sol muhalefet de haklar ve özgürlükleri bireysel düzeyde tanımlayan, toplumsal alanı yok sayan, liberal düşüncenin etkiyle Siyasal İslam’ın “hakikat rejimine”, tabanının duyarlıklarına karşı direnmedi; dinciliğe karşı ideolojik mücadele alanını, popülist bir refleksle terk etti. Dinci hareket, “seküler hakikat rejimine” ve öznelliklerine karşı simgesel hatta fiziki şiddet uygularken sol sessiz kaldı. Hatta, siyasal İslam’ın hakikat rejimin alanında kendine yer açmaya çalışmak gibi bir büyük hataya düştü. Türban kampanyaları döneminde, daha sonra toplu iftar sofralarında, Marksizm ile Müslümanlığı bağdaştırma çabalarında olduğu gibi sürekli mevzi kaybetti. Genelde solun, pratiğini ekonomik sorunlarla sınırlaması, bu sorunların tanımlarını ve cevaplarını kapsayan kültür alanında bir direnç göstermekten kaçınması da Siyasl İslam’ın kültürel hegemonya arayışını kolaylaştırdı.

Toplumcu ve sol bir kültürel mücadele nedir, bugün böyle mücadeleler var mı? Toplumcu bir kültürel mücadelenin araçları nelerdir/neler olabilir?

Sol kültür savaşlarını ekonomik siyasi savaşlardan ayırmamak gerekiyor. Bu savaşların dilini oluşturmak, var olanı kavramları korumak, “karşı tarafın” ideolojik etkilerine cevap vermek büyük önem taşıyor. Bu bağlamda, kültür savaşlarının en etkin örneklerini, geçen yüzyılın devrimleri ve sömürge savaşları bir yana, en son 1968 olaylarında, “Sivil haklar hareketinde”, daha yakın zamanda “Meydan İşgallerinde” ve tabii “Gezi”de gördük. Hiçbir ekonomik siyasi tepki rejimde Gezi olayı kadar korku yaratmadı. Çünkü, Rejim gezide kendi değerlerinin sorgulandığını, “söylenebilir ve duyumsanabilir olanın sınırlarının” aşıldığını gördü, büyük bir travma yaşadı.

Kültür savaşları alanında Gezi sol için büyük derslerle doluydu ama sol bunlar öğrenmeye çalışmak yerine, “örgütlüydü”, “örgütsüzdü” gibi “olay”ın doğasına aykırı kısır tartışmalarla vakit kaybetti.

Kültürel hegemonya kimin elinde?
Kültürel hegemonya kimin elinde?
 
Üst