- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 285,187
- Tepkime puanı
- 0
Demokrasi ve özgürlük…
Bu kelime çifti, uzun süredir, ne Türkiye ne de dünya için bir anlam ifade ediyor.
“İkisinin de yokluğunu yaşıyoruz, daha nasıl bir anlam bekleyelim” diye sorulabilir. Oysa ki hayatın gündelik iniş çıkışlarına sığdırılmış, retorik olmanın ve sloganların ötesine geçmeyen bir şeyden, yani kimseye heyecan vermeyen bir kelime çiftinden anlam çıkmıyor.
Bununla birlikte, özgürlük mücadelesi ve demokrasi insanlık tarihinde silinmesi zor yere sahip. Aslında problem de burada. İnsanlık, demokrasinin olmadığı bir dönemde halk egemenliği için uğraşanların, özgürlüğün olmadığı bir dönemde özgürlük kavgası verenlerin emekleri sayesinde tutundu bu ikiliye. Tam da bu nedenle, bir mücadelenin temel halkaları olduğu için önemliydi demokrasi ve özgürlük.
Bu o kadar böyleydi ve gerçekti ki kapitalizm bunlar olmadan ikna gücünün büyük oranda yok olacağını bilerek hareket etti, istismar etti ve içini boşalttı.
Çok büyük bir meydan okumaydı bu. Dünya halklarını özgürleştiren Ekim Devrimi’ne karşı bir meydan okumaydı. Emperyalizm, sanki o “eski dünya”nın içinden çıkmamıştı. Emperyalistler petrolün kan ile harman olduğu, insan etinin makineyle kaynak edildiği devasa köleleştirme sürecinin ürünü değilmiş gibi tutundular buna. Komünistler değil, kapitalistlerdi özgürlük savunucuları…
Özgürlük ve demokrasi ikilisinin hemen ardından bireyselliğin ve mülkiyet hakkının, parlamentonun, çok partili siyaset ve seçimlerin sıralanması şaşırtıcı değildi. Bu meydan okuma büyük oranda başarılı olmuştu. İşçi sınıfına ve dünya halklarına diz çöktürenler dünyanın “ileri” üssü olarak bilindi.
Bugün işte bu düzenin pulları tek tek döküldüğü için, ama bu kelimelere anlam katan o kadim mücadelede de bir türlü yol alınamadığı için bir anlamı yok gibi gözüküyor…
Demek ki hatırlamamamız ve içi boşaltılan bu kavramların ne olduğuna yeni bir meydan okumayla bizim karar vermemiz gerekiyor.
“Meclis” bu işin merkezinde duruyor. Çünkü modern dünya henüz ondan kurtulamıyor. Türkiye’de sermaye iktidarı, olağanüstü dönemleri bir kenara bırakırsak, meşruiyetini ispatlamak için eninde sonunda meclise gözünü dikmek durumunda kalıyor. Meclis şimdilik sermaye sınıfının “güvenli alanı” gibi gözüküyor.
Ne var ki, işe yaramıyor. Meclis ne gerçek bir ikna aracı, ne bir istikrar unsuru, ne de etkili bir gösteri sahnesi. Bugünkü Meclisin bir önemi yok. Yok ama Meclis, önemini kaybederken peşinden o meşhur zinciri de beraberinden sürüklüyor: Partilerin, demokrasinin, seçimlerin ne kadar önemi kalıyor? Parlamenter sistem krizleri yatıştırmanın bir aracı olmaktan kendisi bir kriz kaynağı olmaya döndüğünde ne olacak?
Yalnız, bu büyük sorulara gelişine yanıtlar vermeden önce iyi düşünülmesi gerekiyor. Nitekim Meclise açılan kapı, krizi fırsata çevirmekten daha çok sermaye sınıfı adına boşluk doldurmak anlamına da gelebiliyor.
Ancak, çok daha ilginç bir fırsat ortaya çıkmış durumda. Özgürlük, demokrasi, parlamento… diye giden zincir anlamsızlaşmaya başlarken masaya “bizim olanı” koymanın fırsatı.
Bizim “bu haliyle olmaz” dememizin zamanıdır. Bize artık palavradan ibaret olan parlamento değil, bir “Kurucu Meclis” gerekiyor.
Öncelikle şunu bilmeliyiz: Kurucu Meclis bir süreçtir, tek seferlik “seçme özgürlüğünün” değil, kendi kendini yönetme sürecine dahil olmanın ve bu sayede kendini de tanımanın özgürlüğüdür.
Daha somut konuşalım.
Örneğin bu “Kurucu Meclis”, Mustafa Kemal’in Ankara’da açılacak ilk meclis için düşündüğü isimdir. Evet, yalnızca niteliği değil adı itibariyle de aranan şey bir “Meclis-i Müessisan”dır.
Kazım Karabekir ve bir dizi diğer isim bu ismin pek de anlaşılamayacağını düşünmüş ve sonrasında ilk meclisin ismi “Büyük Millet Meclisi”ne dönüştürülmüştür. Ancak dünyaya pratik bakmak konusunda hiçbir eksiği olmayan Mustafa Kemal’in mesele meclis olduğunda tutunduğu “teorik” bakışın anlamı önemlidir.
Gerçekten de dönemin konuşmalarına bakıldığında adeta Rousseaucu bir dil tutturulmuş gibidir… Çünkü Kurucu Meclis, egemenliği “kayıtsız ve şartsız” olarak millete verebilecek tek biçimdir. Bu yüzden de “meşrutiyet”in üçüncüsü değildir örneğin.
Ve Meclis bir süreçtir.
Meclisin kuruluşunda İstanbul ile yaşanan gerilimler, uluslararası dinamikler ve Milli Mücadele’ye öncülük eden kadroların farklı farklı etkilerini gözlemlemek mümkündür. Fakat unutulmaması gereken şey, Meclis’in kuruluşunun ta “Kongreler Dönemi”nden başlaması ve bir amacının olmasıdır. Mustafa Kemal’in Meclis’in adı dahil pek çok başlıkta orta yolu bulması ancak her liva için öngörülen beş milletvekili sayısından hiç geri adım atmaması ilgi çekicidir. Çünkü “millet” ancak zengin ve enerjik bir katılımın, temsilci seçme sürecinin ürünü olarak ortaya çıkacaktır.
Demokrasi ve cumhuriyet, yani “kendi kendini yönetme” hile yapılabilecek şeyler değildir. Meşruiyet denilen şeyin dinamikleri hile kaldırmaz. Çünkü önemli olan sürecin kendisidir.
Esasında bunun son derece “felsefi” diyebileceğimiz nedenleri de bulunur. Rousseau’ya göz atmış herkesin görebileceği bir açmazı bulunur bugünkü “demokrasi”nin. Temsilci seçmek demek, yetki devretmek demektir. Halbuki ne yetkinin ne sorumluluğun ne de iradenin devri mümkündür. Koskoca batı medeniyetinin bugüne devrettiği hilenin bu olması, yani seçimleri ve yetki devrini bir özgürlük ve demokrasi değişmezi gibi sunması bir yandan komik ancak aynı zamanda öğreticidir.
Çünkü demokrasi denilen şey bir “yan etkidir”. Halk kendini yönetecekse bunu bir yetki devriyle ve seçimle değil, ayakları toplumun her hücresine basan bir örgütlülüğün, tartışmanın ve mücadelenin ürünü olarak gerçekleştirilebilir. Halk kendi kendini yönettiğini, ancak arzu edilen o gerçek örgütlülüğün ve mücadelenin hakkını verdiğinde, bir sürecin ürünü olarak “fark edebilir”.
Bugünün egemenleri bu sürecin “yatıştırma”yla sonuçlanmasını arzu ettikleri için sadece biçimine onay vermiş durumdadırlar.
O halde şu sorulara yanıtlar verilmelidir: Bugünkü Meclisin toplanma amacı nedir? Gerçekten neye karar verilmektedir Mecliste? Mecliste olup bitenler magazinden öte bir değer taşımakta mıdır? Halk tam olarak hangi mekanizmalarla bu Meclis’in oluşumuna ortak olmaktadır? Halk seçtiği temsilcilerle nasıl bir bağ kurmaktadır? En önemlisi, bütün bu olan bitenler, toplumun en küçük hücresinde en ufak bir sorumluluk ve aidiyet duygusu uyandırmakta mıdır?
Koskoca bir hayır.
Bugünkü Meclisin halkla bağlantısı kopmuştur. Milletvekilliği profesyonelleşmiş, kariyer müessesine dönüşmüştür. Bugünkü Meclis benzetme uygun olacaksa “İstanbul Meclisi” gibidir. Bu sefer vekillerin iplerini patronlar çekiştirmektedir o kadar. Demek ki egemenliği patronların elinden alacak bir müdahaleye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun adıdır Kurucu Meclis.
Kurucu Meclis Ankara’daki bir binanın sütunlarından ve çatısından ibaret olamaz. Meclis her mahallede, her işyerinde, her okulda ortak bir hedef için yanyana gelen, kafa yürüten, temsilci seçen ve gerektiğinde o temsilcileri geri çağırabilen komitelerin işidir. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya örgütlenen bir sürecin ürünüdür ve ülkenin yönetimini gerçekleştiren en yetkili, en “büyük” kurulun ta kendisidir.
Bunlar olmadan kimsenin demokrasiden, özgürlükten, seçimlerden bahsedememesi gerekiyor. Bunların olması içinse yeni Türkiye’yi kuracak bir devrimci irade gerekiyor.
Bu kelime çifti, uzun süredir, ne Türkiye ne de dünya için bir anlam ifade ediyor.
“İkisinin de yokluğunu yaşıyoruz, daha nasıl bir anlam bekleyelim” diye sorulabilir. Oysa ki hayatın gündelik iniş çıkışlarına sığdırılmış, retorik olmanın ve sloganların ötesine geçmeyen bir şeyden, yani kimseye heyecan vermeyen bir kelime çiftinden anlam çıkmıyor.
Bununla birlikte, özgürlük mücadelesi ve demokrasi insanlık tarihinde silinmesi zor yere sahip. Aslında problem de burada. İnsanlık, demokrasinin olmadığı bir dönemde halk egemenliği için uğraşanların, özgürlüğün olmadığı bir dönemde özgürlük kavgası verenlerin emekleri sayesinde tutundu bu ikiliye. Tam da bu nedenle, bir mücadelenin temel halkaları olduğu için önemliydi demokrasi ve özgürlük.
Bu o kadar böyleydi ve gerçekti ki kapitalizm bunlar olmadan ikna gücünün büyük oranda yok olacağını bilerek hareket etti, istismar etti ve içini boşalttı.
Çok büyük bir meydan okumaydı bu. Dünya halklarını özgürleştiren Ekim Devrimi’ne karşı bir meydan okumaydı. Emperyalizm, sanki o “eski dünya”nın içinden çıkmamıştı. Emperyalistler petrolün kan ile harman olduğu, insan etinin makineyle kaynak edildiği devasa köleleştirme sürecinin ürünü değilmiş gibi tutundular buna. Komünistler değil, kapitalistlerdi özgürlük savunucuları…
Özgürlük ve demokrasi ikilisinin hemen ardından bireyselliğin ve mülkiyet hakkının, parlamentonun, çok partili siyaset ve seçimlerin sıralanması şaşırtıcı değildi. Bu meydan okuma büyük oranda başarılı olmuştu. İşçi sınıfına ve dünya halklarına diz çöktürenler dünyanın “ileri” üssü olarak bilindi.
Bugün işte bu düzenin pulları tek tek döküldüğü için, ama bu kelimelere anlam katan o kadim mücadelede de bir türlü yol alınamadığı için bir anlamı yok gibi gözüküyor…
Demek ki hatırlamamamız ve içi boşaltılan bu kavramların ne olduğuna yeni bir meydan okumayla bizim karar vermemiz gerekiyor.
“Meclis” bu işin merkezinde duruyor. Çünkü modern dünya henüz ondan kurtulamıyor. Türkiye’de sermaye iktidarı, olağanüstü dönemleri bir kenara bırakırsak, meşruiyetini ispatlamak için eninde sonunda meclise gözünü dikmek durumunda kalıyor. Meclis şimdilik sermaye sınıfının “güvenli alanı” gibi gözüküyor.
Ne var ki, işe yaramıyor. Meclis ne gerçek bir ikna aracı, ne bir istikrar unsuru, ne de etkili bir gösteri sahnesi. Bugünkü Meclisin bir önemi yok. Yok ama Meclis, önemini kaybederken peşinden o meşhur zinciri de beraberinden sürüklüyor: Partilerin, demokrasinin, seçimlerin ne kadar önemi kalıyor? Parlamenter sistem krizleri yatıştırmanın bir aracı olmaktan kendisi bir kriz kaynağı olmaya döndüğünde ne olacak?
Yalnız, bu büyük sorulara gelişine yanıtlar vermeden önce iyi düşünülmesi gerekiyor. Nitekim Meclise açılan kapı, krizi fırsata çevirmekten daha çok sermaye sınıfı adına boşluk doldurmak anlamına da gelebiliyor.
Ancak, çok daha ilginç bir fırsat ortaya çıkmış durumda. Özgürlük, demokrasi, parlamento… diye giden zincir anlamsızlaşmaya başlarken masaya “bizim olanı” koymanın fırsatı.
Bizim “bu haliyle olmaz” dememizin zamanıdır. Bize artık palavradan ibaret olan parlamento değil, bir “Kurucu Meclis” gerekiyor.
Öncelikle şunu bilmeliyiz: Kurucu Meclis bir süreçtir, tek seferlik “seçme özgürlüğünün” değil, kendi kendini yönetme sürecine dahil olmanın ve bu sayede kendini de tanımanın özgürlüğüdür.
Daha somut konuşalım.
Örneğin bu “Kurucu Meclis”, Mustafa Kemal’in Ankara’da açılacak ilk meclis için düşündüğü isimdir. Evet, yalnızca niteliği değil adı itibariyle de aranan şey bir “Meclis-i Müessisan”dır.
Kazım Karabekir ve bir dizi diğer isim bu ismin pek de anlaşılamayacağını düşünmüş ve sonrasında ilk meclisin ismi “Büyük Millet Meclisi”ne dönüştürülmüştür. Ancak dünyaya pratik bakmak konusunda hiçbir eksiği olmayan Mustafa Kemal’in mesele meclis olduğunda tutunduğu “teorik” bakışın anlamı önemlidir.
Gerçekten de dönemin konuşmalarına bakıldığında adeta Rousseaucu bir dil tutturulmuş gibidir… Çünkü Kurucu Meclis, egemenliği “kayıtsız ve şartsız” olarak millete verebilecek tek biçimdir. Bu yüzden de “meşrutiyet”in üçüncüsü değildir örneğin.
Ve Meclis bir süreçtir.
Meclisin kuruluşunda İstanbul ile yaşanan gerilimler, uluslararası dinamikler ve Milli Mücadele’ye öncülük eden kadroların farklı farklı etkilerini gözlemlemek mümkündür. Fakat unutulmaması gereken şey, Meclis’in kuruluşunun ta “Kongreler Dönemi”nden başlaması ve bir amacının olmasıdır. Mustafa Kemal’in Meclis’in adı dahil pek çok başlıkta orta yolu bulması ancak her liva için öngörülen beş milletvekili sayısından hiç geri adım atmaması ilgi çekicidir. Çünkü “millet” ancak zengin ve enerjik bir katılımın, temsilci seçme sürecinin ürünü olarak ortaya çıkacaktır.
Demokrasi ve cumhuriyet, yani “kendi kendini yönetme” hile yapılabilecek şeyler değildir. Meşruiyet denilen şeyin dinamikleri hile kaldırmaz. Çünkü önemli olan sürecin kendisidir.
Esasında bunun son derece “felsefi” diyebileceğimiz nedenleri de bulunur. Rousseau’ya göz atmış herkesin görebileceği bir açmazı bulunur bugünkü “demokrasi”nin. Temsilci seçmek demek, yetki devretmek demektir. Halbuki ne yetkinin ne sorumluluğun ne de iradenin devri mümkündür. Koskoca batı medeniyetinin bugüne devrettiği hilenin bu olması, yani seçimleri ve yetki devrini bir özgürlük ve demokrasi değişmezi gibi sunması bir yandan komik ancak aynı zamanda öğreticidir.
Çünkü demokrasi denilen şey bir “yan etkidir”. Halk kendini yönetecekse bunu bir yetki devriyle ve seçimle değil, ayakları toplumun her hücresine basan bir örgütlülüğün, tartışmanın ve mücadelenin ürünü olarak gerçekleştirilebilir. Halk kendi kendini yönettiğini, ancak arzu edilen o gerçek örgütlülüğün ve mücadelenin hakkını verdiğinde, bir sürecin ürünü olarak “fark edebilir”.
Bugünün egemenleri bu sürecin “yatıştırma”yla sonuçlanmasını arzu ettikleri için sadece biçimine onay vermiş durumdadırlar.
O halde şu sorulara yanıtlar verilmelidir: Bugünkü Meclisin toplanma amacı nedir? Gerçekten neye karar verilmektedir Mecliste? Mecliste olup bitenler magazinden öte bir değer taşımakta mıdır? Halk tam olarak hangi mekanizmalarla bu Meclis’in oluşumuna ortak olmaktadır? Halk seçtiği temsilcilerle nasıl bir bağ kurmaktadır? En önemlisi, bütün bu olan bitenler, toplumun en küçük hücresinde en ufak bir sorumluluk ve aidiyet duygusu uyandırmakta mıdır?
Koskoca bir hayır.
Bugünkü Meclisin halkla bağlantısı kopmuştur. Milletvekilliği profesyonelleşmiş, kariyer müessesine dönüşmüştür. Bugünkü Meclis benzetme uygun olacaksa “İstanbul Meclisi” gibidir. Bu sefer vekillerin iplerini patronlar çekiştirmektedir o kadar. Demek ki egemenliği patronların elinden alacak bir müdahaleye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun adıdır Kurucu Meclis.
Kurucu Meclis Ankara’daki bir binanın sütunlarından ve çatısından ibaret olamaz. Meclis her mahallede, her işyerinde, her okulda ortak bir hedef için yanyana gelen, kafa yürüten, temsilci seçen ve gerektiğinde o temsilcileri geri çağırabilen komitelerin işidir. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya örgütlenen bir sürecin ürünüdür ve ülkenin yönetimini gerçekleştiren en yetkili, en “büyük” kurulun ta kendisidir.
Bunlar olmadan kimsenin demokrasiden, özgürlükten, seçimlerden bahsedememesi gerekiyor. Bunların olması içinse yeni Türkiye’yi kuracak bir devrimci irade gerekiyor.