- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 311,368
- Tepkime puanı
- 0
Özge DOĞAR
Her insan bir köprüdür öyküleriyle, geçmişten izler taşıyarak geleceğe umut olur. Dünyada olup biteni anlamdırmakta zorlandığımız bir dönemden geçiyoruz ve yine imdadımıza öykülerimiz yetişiyor. Öykülerimiz, bizimle yaşam dediğimiz yolda mücadele ederken elimizden tutuyor. Hiç tanımadığımız insanlarla sesimize ses ekliyor.
Şimdi daha da çok ihtiyacımız var seslerimizi birleştirmeye öykülerimizle umut barış ve özgür olmaya. Dünya Öykü Günü’nü selamlarken yazar dostlarıma sordum. Peki onlar için öykü neydi?
Kalabalık bir ailenin sürekli misafir ağırlanan evinde, boya kalemlerime karakterler giydirerek sığındığım bir tek başınalıktır benim için öykü. Kalabalıktan bir kaçış -evet! Ve evet, böyle başlamıştı; okul öncesi küçük bir kız çocuğu olarak ilk öykülerimi ben kendi kendime anlattım. Pembe kalemi prenses, açık maviyi prens yapar ve muhakkak onlara mutlu bir son yazardım. Bazen adımın bile önüne geçer ‘yazar’ olmak. Oysa ben bir okurum. Öykü okuru… Başta kendim herkese bir öykü olarak bakarım. Herkesi okurum içten içe farkına bile varmadan. Anlattıklarını, sustuklarını, baktıklarını, bakmadıklarını, yüzlerini, ellerine -ah ellerini, gözlerini, dudaklarını, güldüklerini, kızdıklarını, sevindiklerini, söylendiklerini… Bir kişiyi, bin kişiyi, ülkeleri, toprakları, geçmiş zamanları, gelecek zamanları ve yaşamı… Her şeyi okurum ben. Bir tanık gibi… Çünkü her şeyi okumakla başlıyor karşı konulmaz anlatma isteği. Her öykü anlatıcısı bir yaşam okurudur. Cebimde kelimelerim, yüreğimde sarraf terazim, elimde kalemim yazmaya başlamadan önce emin olurum ki çokça okumuşumdur. Bu yüzden iyi bir öykü anlatıcısı olmadan önce iyi bir öykü okuru olmaktır niyazım.
Demet Cengiz
Nasıl ve niçin bunca acı ve kötülük içinde direnerek hayata devam etmek isteyebilir insan? Kolay olan son vermek midir her şeye bu kadar zorken duyguları yok etmek ya da zor olanı seçmek midir insanı ayakta tutan av-avcı hikâyesinden beri? Anlatılmayan bir şey kalmış mıdır ki, insan yazmaya sığınarak dirensin? Bu soruları sorduran ve cevabını kendi iradene bırakan kaç eylem var ki?
Sonra düşünmeye devam ediyorum: Neden öykü yazıyorum? Anlatılanları anlamlandırma çabasıdır belki yalnızca direnmenin gücünü veren. Yalnız değilsin, yalnız değiliz demek dünyaya, herkese, her şeye. Bir olay yaşanır, hayatın ta kendisidir hissettiğin, sonra fark edersin, duygusu geçmez, nefesini yorar, sürekli yutkunarak yaşamak zorunda kalırsın, yorulursun. Senin duygunu yaşamış birini okuduğunda kaybolduğunu sandığın detaylar bazen ayağa kaldırır seni. Yazmak, hele ki kısacık, tasarrufla yazılmış bir öyküyü yazmayı başarmak benim için yalnız değilsin, yalnız değiliz demenin bir yoludur da aslında.
Unutulmaya yüz tutanları, sıradan görünen ama içinin telini sızlatanları, insanın insan olabilme hâllerini yakalamaktır bir öykünün içinde aradığım ve benimkilerde bulunmasını arzuladığım.
Bu bir kıta keşfetmek kadar büyük bir olaydır, evet, içimde böyle abartırım öykünün varlığını.
Kavramak, şekil vermek, derinleşebilmek ve bir tanım, bir anlam yakalamak için çabalamaktır. Bir sözcüğü ararken peşine düştüğüm sezgi ve empatinin, yabancılaştığım kendime veya etimle kemiğimle bildiğim tarafıma direnme hakkı tanımaktır bazen de. Farklı yüzlerin kâbusundan, yoğun duyguların ağırlığından, toplumun dayattıkları ve bizi yamuk yumuk büyüterek getirdiği hâlin isyanından korkmadan bahsedebilmektir.
Öykü zamanın akışına karşı bir direnç gösterme yolu da değil mi? Hafızayı kalıcı kılmak için, özgürlüğün tadını çıkarabildiğim tek yerdir benim. Yaşamda kalıcı olmak ne kadar önemlidir, bunu ayrıca düşünmem gerekir ancak yaşananı yeniden kurmak, inşasında kendi kurallarımı koymak, sınırlarımı belirlemek ve yeni bir dünya yaratmak. Bana bu hazzı yaşatan başka bir eylem bilmiyorum.
Gamze Efe
Bir rüyanın birkaç saniye sürdüğü söylenir. Ama anlatmaya kalktığımızda dakikalar alabilir. Bu birkaç saniyede aslında birer çakımlık sahneler görürüz. Anlatmak istediğimizdeyse bu sahneleri birbirine teyelleriz, işte bu örgüdür. Rüya anlatmak kurgudur.
Yazmaya ilkin rüyalarımı kaydetme ihtiyacıyla başladım. Rüya sahnelerini birleştirmek kurgu düşüncelerini beraberinde getirdi. Giderek öyküyü sahne yaratmak ve sözcüklerle bu sahneleri okura da göstermek olarak görmeye başladım. Hayal gücüm her zaman görsellerle aktif hale geldi, görüntülerle beslendi, onlardan kalkışla başka görüntüler ve sahneler üretti. Ancak örgü, yani hikâye sonradan geldi. “Anlatma göster!” uyarısı bu nedenle benim için neredeyse gereksizdi.
“Hikâye anlatılır, öykü yazılır” gibi bir ayrımla yoluma devam ettim. Anlatmak çünkü altmetni yok eder, okuru azımsar. Anlatmak değil, sözcüklerle göstermek işidir öykü. Okurun hayal gücünü de harekete geçirmeyi hedefler, okura düş görme teklifinde bulunur. Sahneleri gösterecektir ama her okur kendi düşünü görecektir orada. Böylece metin çoğalır. Her okurda, her okumada düşün sahneleri çoğul çağrışımlar yaratabilir. Böyle bir öykü, okunup bitirildiğinde okurun hayal gücünde düşsel yaşantısına devam eder. Üstelik birkaç sayfalık bir hacimde başarır bunu. İlk birkaç cümlede okuru yakalamalı, düşe inandırmalıdır. Okur, ancak inanırsa öykünün yaşam dünyasında düşsel bir yaşantı sürer. Öykü yazmak, hem gönülçelen hem zordur bu nedenle. Okurların öykülerle ilgili yorumlarına paha biçilemez. Aradan çekilip, bir zamanlar kurduğum ve gösterdiğim düşün nasıl görüldüğüne tanıklık etmek eşsiz bir deneyim. Benim için öykü yayımlamak, kurduğum/gördüğüm düşü başkalarına da göstermek ve orada ne gördüklerine bakmak anlamına geliyor.
Pelin Buzluk
Öykü’nün yaşamı daha iyi algılama olanağını sonuna kadar götürüp taşıma isteğime karşılık geldiğini düşünüyorum. Bir duygunun zihinde yarattığı meseleyi kurma, inşa etme hâli; kimi zaman kaygılı kimi zaman yol yenisi bir hevesle. Yaşamdan öyküye sızan hikâyeleri bulmayı sonra kendi yazınsal evrenine taşımayı, hayatın içinde bir arayış olarak değerlendiriyorum. Maalesef içinde bulunduğumuz çağın gerçekleri, yazarken duyduğumuz hazza karşılık gelmiyor. Oysa kalemi elimize aldığımızda yaratacağımız dünyaya kimseler müdahale edemiyor, kimse giremiyor. Yaşadığımız toplumda çözülmeyen, çözülmesi de çok mümkün görünmeyen sorunları kurmacanın izin verdiği ölçüde masaya yatırma cesaretini göstermek. Sanırım yaşama gösterdiğimiz duyarlılığa başka bir duyarlılık olarak karşılık geliyor öykü yazmak. “Söylenmeyenin söylenenden çıkarılmasıdır” söylemi rotayı bir şekilde anlatı sınırlarına çevirir. Öykünün sözü kısa, hareket alanı dardır. Meseleyi duyumsatır geri kaçar, arada kalan boşluğu okura paslar. Burası yaratıcılığın ortaya çıktığı, yazarın yapmaya niyet ettiği/karar verdiği yerdir. Zamanı kısaltmak, dondurmak ya da aynı sekansta bir süre oyalanmak da öyle. Sözcükler hepimizin ve büyük bir havuzun içinde dururlar, bunu biliriz. Her yazar kendi evrenine ait olanı çeker alır, yerleştirir, kurar ya da bozar. Ân’ları göstermek, sonra durmak ya da uzaklaşmak yine öyküye has. Üstümüze, zihnimize bıraktıkları izler. Ama hep anlatma/söyleme isteğinden. Bu izlerin sözcüklere karşılık gelişi. Neyi, ne kadar yapabileceğimi görmek de öyle. Kısıtlı kullanılan her sözcük, sözcüklerin yanına aldığı ekler, hatta öykü başlığı bir şekilde metnin bütününe hizmet eder. Bu dilin bize verdiği imkânları nasıl kullandığımızla ve biraz da tercihlerimizle ilgili.
Cesaret ve heyecanı içinde barındıran bir eylemdir öykü. Nerede olduğumuz, nereye konduğumuz nerede soluduğumuz, hepsi o yaratma cesaretinden değil mi?
Zerrin Saral
Her insan bir köprüdür öyküleriyle, geçmişten izler taşıyarak geleceğe umut olur. Dünyada olup biteni anlamdırmakta zorlandığımız bir dönemden geçiyoruz ve yine imdadımıza öykülerimiz yetişiyor. Öykülerimiz, bizimle yaşam dediğimiz yolda mücadele ederken elimizden tutuyor. Hiç tanımadığımız insanlarla sesimize ses ekliyor.
Şimdi daha da çok ihtiyacımız var seslerimizi birleştirmeye öykülerimizle umut barış ve özgür olmaya. Dünya Öykü Günü’nü selamlarken yazar dostlarıma sordum. Peki onlar için öykü neydi?
DEMET CENGİZ: HER ÖYKÜ ANLATICISI BİR YAŞAM OKURU
Kalabalık bir ailenin sürekli misafir ağırlanan evinde, boya kalemlerime karakterler giydirerek sığındığım bir tek başınalıktır benim için öykü. Kalabalıktan bir kaçış -evet! Ve evet, böyle başlamıştı; okul öncesi küçük bir kız çocuğu olarak ilk öykülerimi ben kendi kendime anlattım. Pembe kalemi prenses, açık maviyi prens yapar ve muhakkak onlara mutlu bir son yazardım. Bazen adımın bile önüne geçer ‘yazar’ olmak. Oysa ben bir okurum. Öykü okuru… Başta kendim herkese bir öykü olarak bakarım. Herkesi okurum içten içe farkına bile varmadan. Anlattıklarını, sustuklarını, baktıklarını, bakmadıklarını, yüzlerini, ellerine -ah ellerini, gözlerini, dudaklarını, güldüklerini, kızdıklarını, sevindiklerini, söylendiklerini… Bir kişiyi, bin kişiyi, ülkeleri, toprakları, geçmiş zamanları, gelecek zamanları ve yaşamı… Her şeyi okurum ben. Bir tanık gibi… Çünkü her şeyi okumakla başlıyor karşı konulmaz anlatma isteği. Her öykü anlatıcısı bir yaşam okurudur. Cebimde kelimelerim, yüreğimde sarraf terazim, elimde kalemim yazmaya başlamadan önce emin olurum ki çokça okumuşumdur. Bu yüzden iyi bir öykü anlatıcısı olmadan önce iyi bir öykü okuru olmaktır niyazım.

Demet Cengiz
GAMZE EFE: YAŞAMI ANLAMLANDIRMANIN BİR YOLU VAR MI?
Nasıl ve niçin bunca acı ve kötülük içinde direnerek hayata devam etmek isteyebilir insan? Kolay olan son vermek midir her şeye bu kadar zorken duyguları yok etmek ya da zor olanı seçmek midir insanı ayakta tutan av-avcı hikâyesinden beri? Anlatılmayan bir şey kalmış mıdır ki, insan yazmaya sığınarak dirensin? Bu soruları sorduran ve cevabını kendi iradene bırakan kaç eylem var ki?
Sonra düşünmeye devam ediyorum: Neden öykü yazıyorum? Anlatılanları anlamlandırma çabasıdır belki yalnızca direnmenin gücünü veren. Yalnız değilsin, yalnız değiliz demek dünyaya, herkese, her şeye. Bir olay yaşanır, hayatın ta kendisidir hissettiğin, sonra fark edersin, duygusu geçmez, nefesini yorar, sürekli yutkunarak yaşamak zorunda kalırsın, yorulursun. Senin duygunu yaşamış birini okuduğunda kaybolduğunu sandığın detaylar bazen ayağa kaldırır seni. Yazmak, hele ki kısacık, tasarrufla yazılmış bir öyküyü yazmayı başarmak benim için yalnız değilsin, yalnız değiliz demenin bir yoludur da aslında.
Unutulmaya yüz tutanları, sıradan görünen ama içinin telini sızlatanları, insanın insan olabilme hâllerini yakalamaktır bir öykünün içinde aradığım ve benimkilerde bulunmasını arzuladığım.
Bu bir kıta keşfetmek kadar büyük bir olaydır, evet, içimde böyle abartırım öykünün varlığını.
Kavramak, şekil vermek, derinleşebilmek ve bir tanım, bir anlam yakalamak için çabalamaktır. Bir sözcüğü ararken peşine düştüğüm sezgi ve empatinin, yabancılaştığım kendime veya etimle kemiğimle bildiğim tarafıma direnme hakkı tanımaktır bazen de. Farklı yüzlerin kâbusundan, yoğun duyguların ağırlığından, toplumun dayattıkları ve bizi yamuk yumuk büyüterek getirdiği hâlin isyanından korkmadan bahsedebilmektir.
Öykü zamanın akışına karşı bir direnç gösterme yolu da değil mi? Hafızayı kalıcı kılmak için, özgürlüğün tadını çıkarabildiğim tek yerdir benim. Yaşamda kalıcı olmak ne kadar önemlidir, bunu ayrıca düşünmem gerekir ancak yaşananı yeniden kurmak, inşasında kendi kurallarımı koymak, sınırlarımı belirlemek ve yeni bir dünya yaratmak. Bana bu hazzı yaşatan başka bir eylem bilmiyorum.

Gamze Efe
PELİN BUZLUK: HİKÂYE ANLATILIR, ÖYKÜ YAZILIR
Bir rüyanın birkaç saniye sürdüğü söylenir. Ama anlatmaya kalktığımızda dakikalar alabilir. Bu birkaç saniyede aslında birer çakımlık sahneler görürüz. Anlatmak istediğimizdeyse bu sahneleri birbirine teyelleriz, işte bu örgüdür. Rüya anlatmak kurgudur.
Yazmaya ilkin rüyalarımı kaydetme ihtiyacıyla başladım. Rüya sahnelerini birleştirmek kurgu düşüncelerini beraberinde getirdi. Giderek öyküyü sahne yaratmak ve sözcüklerle bu sahneleri okura da göstermek olarak görmeye başladım. Hayal gücüm her zaman görsellerle aktif hale geldi, görüntülerle beslendi, onlardan kalkışla başka görüntüler ve sahneler üretti. Ancak örgü, yani hikâye sonradan geldi. “Anlatma göster!” uyarısı bu nedenle benim için neredeyse gereksizdi.
“Hikâye anlatılır, öykü yazılır” gibi bir ayrımla yoluma devam ettim. Anlatmak çünkü altmetni yok eder, okuru azımsar. Anlatmak değil, sözcüklerle göstermek işidir öykü. Okurun hayal gücünü de harekete geçirmeyi hedefler, okura düş görme teklifinde bulunur. Sahneleri gösterecektir ama her okur kendi düşünü görecektir orada. Böylece metin çoğalır. Her okurda, her okumada düşün sahneleri çoğul çağrışımlar yaratabilir. Böyle bir öykü, okunup bitirildiğinde okurun hayal gücünde düşsel yaşantısına devam eder. Üstelik birkaç sayfalık bir hacimde başarır bunu. İlk birkaç cümlede okuru yakalamalı, düşe inandırmalıdır. Okur, ancak inanırsa öykünün yaşam dünyasında düşsel bir yaşantı sürer. Öykü yazmak, hem gönülçelen hem zordur bu nedenle. Okurların öykülerle ilgili yorumlarına paha biçilemez. Aradan çekilip, bir zamanlar kurduğum ve gösterdiğim düşün nasıl görüldüğüne tanıklık etmek eşsiz bir deneyim. Benim için öykü yayımlamak, kurduğum/gördüğüm düşü başkalarına da göstermek ve orada ne gördüklerine bakmak anlamına geliyor.

Pelin Buzluk
ZERRİN SARAL: YARATMA CESARETİ
Öykü’nün yaşamı daha iyi algılama olanağını sonuna kadar götürüp taşıma isteğime karşılık geldiğini düşünüyorum. Bir duygunun zihinde yarattığı meseleyi kurma, inşa etme hâli; kimi zaman kaygılı kimi zaman yol yenisi bir hevesle. Yaşamdan öyküye sızan hikâyeleri bulmayı sonra kendi yazınsal evrenine taşımayı, hayatın içinde bir arayış olarak değerlendiriyorum. Maalesef içinde bulunduğumuz çağın gerçekleri, yazarken duyduğumuz hazza karşılık gelmiyor. Oysa kalemi elimize aldığımızda yaratacağımız dünyaya kimseler müdahale edemiyor, kimse giremiyor. Yaşadığımız toplumda çözülmeyen, çözülmesi de çok mümkün görünmeyen sorunları kurmacanın izin verdiği ölçüde masaya yatırma cesaretini göstermek. Sanırım yaşama gösterdiğimiz duyarlılığa başka bir duyarlılık olarak karşılık geliyor öykü yazmak. “Söylenmeyenin söylenenden çıkarılmasıdır” söylemi rotayı bir şekilde anlatı sınırlarına çevirir. Öykünün sözü kısa, hareket alanı dardır. Meseleyi duyumsatır geri kaçar, arada kalan boşluğu okura paslar. Burası yaratıcılığın ortaya çıktığı, yazarın yapmaya niyet ettiği/karar verdiği yerdir. Zamanı kısaltmak, dondurmak ya da aynı sekansta bir süre oyalanmak da öyle. Sözcükler hepimizin ve büyük bir havuzun içinde dururlar, bunu biliriz. Her yazar kendi evrenine ait olanı çeker alır, yerleştirir, kurar ya da bozar. Ân’ları göstermek, sonra durmak ya da uzaklaşmak yine öyküye has. Üstümüze, zihnimize bıraktıkları izler. Ama hep anlatma/söyleme isteğinden. Bu izlerin sözcüklere karşılık gelişi. Neyi, ne kadar yapabileceğimi görmek de öyle. Kısıtlı kullanılan her sözcük, sözcüklerin yanına aldığı ekler, hatta öykü başlığı bir şekilde metnin bütününe hizmet eder. Bu dilin bize verdiği imkânları nasıl kullandığımızla ve biraz da tercihlerimizle ilgili.
Cesaret ve heyecanı içinde barındıran bir eylemdir öykü. Nerede olduğumuz, nereye konduğumuz nerede soluduğumuz, hepsi o yaratma cesaretinden değil mi?

Zerrin Saral