Sinan Yıldırmaz: Gereken siyasal hegemonyayı kuvvetlendirecek adımları atmak

Elizabet

Administrator
Yönetici
Katılım
Ocak 16, 2025
Mesajlar
318,239
Tepkime puanı
0
Hazırlayan: Oğuz Alkan

Kültürel hegemonya, Türkiye’de uzun süredir tartışılan bir konu. Özellikle Gezi Direnişi sonrasında ortaya çıkan iktidar krizleri karşısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve İletişim Başkanı Fahrettin Altun bu meseleyi gündeme getirdi. Erdoğan, Mayıs 2017’de, çocuk istismarı ile bilinen Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşmada; Altun ise 2018’de attığı bir tweet ile kültürel hegemonya meselesine değindi. Her iki açıklamada da iktidarın siyasi hegemonyasından şüphe duyulmadığı, ancak kültürel hegemonya konusunda sıkıntılar yaşandığı ifade ediliyor. Aynı zamanda, muhalefetin kültürel gücünü kırmaya yönelik bir tehdit de yer alıyor.

İktidar temsilcileri, bu açıklamalarında siyasi ve kültürel alanları net bir biçimde birbirinden ayırıyor ve değerlendirmelerini bu ayrım üzerinden yapıyor. Siyasi rakiplerine karşı iktidarlarını kesin bir güvenle savunurlarken, kültürel alan konusundaki endişeleri daha derin bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu bağlamda kültürel hegemonyanın ne olduğu ve bundan ne anlaşılması gerektiği; iktidarın iddia ettiği gibi bu alanın gerçekten muhalefetin elinde mi kaldığı; dizi ve film endüstrisinde açığa çıkan gelişmelerin kültürel hegemonya açısından ne anlam ifade ettiği ve sol bir kültürel mücadelenin araç ve imkânlarının ne olduğu soruları ilk elden akla geliyor.

Tartışma dosyamızın ilk haftasında siyaset bilimci Doç. Dr. Sinan Yıldırmaz ile bu sorular etrafında bir araya geldik.

***

2017 yılında Erdoğan “siyasi iktidarımız yerinde ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” demişti. 2018 yılında ise Fahrettin Altun “siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bu konuda daha sonraları da farklı çıkışlar oldu. Kültürel hegemonyadan ne anlamalıyız? Bu konuda iktidarın iddia ettiği gibi bir durum mu söz konusu?

Sinan Yıldırmaz:
Konu, kültürel hegemonyanın tanımının nasıl yapılacağı meselesinde düğümleniyor. Aslında iktidarın bunu söylerken anladığı şeyle kültürel hegemonyanın ne olduğu arasında bir fark var. Bilindiği gibi kültürel hegemonya Gramsci'den gelen bir kavramsallaştırma. Kültürel hegemonyayı bir sınıf egemenliğinin, kültür alanındaki görünümünün bir parçası olarak ifade edebiliriz. Politik hegemonya kendini kültürel alanda da gösterir, her sınıf kendi kültürüyle varolur ya da bir sınıf kendi kültüründen bağımsız bir şekilde var olmaz şeklinde de dile getirilebilir. O yüzden de Gramsci'nin bahsettiği kültürel hegemonya aslında tam anlamıyla iktidar, yönetici sınıf ya da egemenlerin kültürü anlamına gelir. Bu anlamda hegemonya, çıkarları aslında örtüşmeyen kesimleri (yani egemenlerle toplumun geri kalan kesimlerini; ezilenleri, işçileri, emekçileri, sömürülen sınıfları) aynı ideolojide ortaklaştırabilme becerisidir. Kültürel hegemonya, iktidarın sınıfsal varoluş biçimlerine uyum sağlayan bir alt sınıf kültürüyle, yani kendi kültürünün, kendi sınıfsal varlığının dışında bir başka sınıfın kültürünü benimsemek, onun içinde var olmak, yaşamak gibi bir şey ile ilişkilidir aynı zamanda.

Ama tabii ki iktidarın bu söyleminde işaret ettiği şey; edebiyatta, sinemada yani bizim genelde kültür ya da sanatlar alanı diyerek genelleştirdiğimiz alandaki egemenliğe, buradaki varoluş biçimine dair bir egemenlik. O da böyle kurulmaz zaten, ya da böyle yıkılmaz. Yani bir siyasi hegemonya ile kurulan veya yıkılabilen şeyler değildir bu alandaki güç. Bu alandaki varoluşun dinamikleri farklıdır. Kapitalizmin en vahşi olduğu 19. Yüzyıl, Avrupa'daki eleştirel kültür ya da sanatların ortaya çıktığı, kapitalizmin eleştirildiği romanların yazıldığı, bütün o sanatsal düşüncelerin, ekollerin ortaya çıktığı bir yüzyıldır aynı zamanda. Ya da Türkiye’nin kuruluş döneminde burjuvazinin o dönemdeki çıkarlarıyla hiç örtüşmeyen bir kültürel alan var ve bu alan Orhan Kemal'in, Nazım Hikmet'in ve birçok muhalif ismin ortaya çıkmasına da yol açan bir alan. O yüzden şunu söyleyebiliriz: O kültür sanatlardaki varoluş biçimleri siyasi iktidarın tavrından bağımsız olarak da işler. Mesela Troçki Edebiyat ve Devrim kitabında bundan çok güzel bahseder. Sovyet Devrimi sonrasında işçi sınıfına özgü yeni bir toplumsallık, işçi sınıfının iktidarına yakışan yeni bir kültür yaratma ihtiyacının önemle tartışıldığı bir dönem vardır. Troçki “Anıtsal sanat eserleri, anıtsal kültür eserleri bir bildiri ile yaratılamaz. Öyle olsaydı zaten iş çok kolay olurdu. Yani biri bir dört yol ağzına oturup ‘ben proleteryanın temsilcisiyim, sınıfın biçimini, kültürel, edebi biçimini ben temsil ediyorum’ diyebilseydi bu iş çok kolay olurdu.” der. Ama kültür dediğimiz, sanatlarla ilişkili olan kültür dediğimiz alanda öyle bir gelişim izlenmez.

Soru: Türkiye'de bugüne kadar hep sağ iktidarda oldu. Dolayısıyla iktidar siyasi iktidarımız tamam ama kültürel iktidarımızı kuramadık dediğinde durumu anlamak zorlaşıyor.

S.Y:
Buradaki ayrımı az önce ifade etmiş olduk aslında. Yani edebiyat, sanat alanındaki hegemonya ya da oradaki varoluş ayrı bir şey, kültürel hegemonya dediğimiz başka bir şey. Kültürel hegemonyada, yönetici sınıfın varlığında, onun kimliğinde bütünleşme var. Bunu nasıl tanımlayabiliriz? Amerikan rüyası denilen şeyi düşünelim. Türkiye'de Amerikanlaşma ile ilişkili tartışmaların içerisinde de kendisine yer bulur. Bu tartışmada Amerikan özentisi olmaktan, onların konuştuğu gibi konuşmaktan, davrandığı gibi davranmaktan vs. bahsedilir. Mesela blucin giymek veya dükkanların isimlerini İngilizce yapmak, Amerikan özentisi bir dil ile konuşmak vs. Aslında bunların hiçbiri değildir. Kültürel hegemonyayı asıl olarak gösteren şey, bir gün herkesin zengin olabileceği rüyasını yeşertmektir. Bunu her daim canlı tutmak ve böylelikle de sistem karşıtı bir düşüncenin oluşmasını engelleyecek bir umudu sürekli kılabilmek yoludur Amerikan Rüyası. Bu da yönetici ideolojisiyle, yönetici sınıfların kültürel varlığıyla bütünleşmeyi gerektirir. Çalışma ideolojisi örneğin: “Sen tembelsin, çalışmadığın için yoksulsun, bak adam çalışmış, yıllarca didinmiş, bir yerlere gelmiş, zengin olmuş böylelikle” der. Bir sömürü ilişkisinin sonucunda bir sermaye yoğunlaşmasının ortaya çıktığını gizler. Birinin tembelliği veya diğerinin çalışkanlığından bahsedilir, bu konuşulmaya başlanır, alt sınıfların bu dili özümsemesi istenir. Sendikalaşma meselesinde ya da toplumsal anlamda siyasetin oluşmasında da aynı konu karşımıza çıkıyor. Mesela “yönetme becerisine sahip olmamak” veya “bir iktidar perspektifi olmamak” sözü, iktidarların muhalefeti sindirmek için, onların beceriksizliğini sürekli kıldığı bir mekanizmadır. “Onlar yönetemezler, yönetme kabiliyeti bir tek bizde vardır”, derler. Bu dilin kendisi bir kültürel hegemonyadır aslında. Çünkü muhalefet olanda bir beceriksizlik, yeteneksizlik tanımlar ve böylece ona özenmeyi, onunla özdeşleşebilecek muhalefetin gelişmesini engeller. Kimsenin ona özenmemesini sağlar. Kültürel hegemonya aslında iktidarın sürekliliğini sağlayan bir mekanizmayı oluşturma biçimidir.

Peki AKP'nin kültürel hegemonyası nerede, ne düzeyde kuruluyor? AKP tam anlamıyla, başından itibaren 12 Eylül sonrasında oluşmuş neoliberal siyasetin bir uzantısı. O yüzden de aslında kültürel olarak neoliberalizmin Türkiye'de yerleşikleşmesini en kuvvetli bir şekilde, hegemonik olarak sağlamış olan iktidardır AKP iktidarı. Bundan önceki iktidarlar o kadar hegemonik olamadı, çünkü merkezi gücü hiçbiri bu kadar yoğun ve tekil kullanma fırsatı bulamadı. Neoliberalizmin alt sınıflarda, muhalif olabilecek kesimler arasında bu kadar benimsenmesi, bu kadar rahatlıkla kabullenilmesi; örgütsüzlük, güvencesizlik, birbirine güvenmeme, dayanışma yoksunluğu gibi unsurların yaygınlaştırılabilmesini meşru kılan bir dilin de AKP iktidarında yerleşikleştiğini unutmamak gerek.

***

Ekonomik krizler ya da kapitalizmin krizleri sorunu sürekli olarak yaşanan bir durum. Mesele siyasi iktidarın bunu politik meşruiyetini kaybetmeden yönetebilme becerisinde yatıyor. AKP bunu yönetmeyi becerebilen yegane siyasi partilerden bir tanesi oldu ve buradaki en önemli başarısı da kültürel hegemonyayı kurabilmiş olmasında yatıyor. Yasin Durak'ın Emeğin Tevekkülü kitabı bunun çok güzel bir analizini yapar. Oradaki kültürel hegemonya bahsi; yani çalışan insanların örgütlenmeden, patronun İslami bir ahlaki ekonomisi üzerinden kendileriyle kurduğu ilişkiyi nasıl benimsemiş olduklarını göstermesi açısından çok iyi bir çalışmadır.

İşte bu ilişki biçimini, çok etkin bir şekilde kurabilmiştir AKP iktidarı. En baştan başlayarak özelleştirmeler, kamuya ait malların, fabrikaların, kurumların satılması neoliberal dille meşrulaştırılmış, ardından bu alanların her biri iktidarın kültürel dil hapishanesi ile birlikte yeni baştan biçimlendirilmiştir. Kamunun ekonomik ve sosyal kollayıcılığı yerini iktidarın bileşeni olan sermaye gruplarına bırakmış ve alt sınıflar üzerinde hegemonik bir kültür inşa etmiştir.

Yakın siyasi tarihimizde iktidarların alt sınıfları komünizme karşı bir seferberlik etrafında biraraya getirmeye çalıştığını biliyoruz. Bugün toplumsal alanda böyle güçlü bir rakibin olmayışı, iktidarın kültürel bir kriz algılamasına yol açıyor olabilir mi?

S.Y:
Türkiye'deki sağın, genel anlamda dünyadaki sağın, faşizm türevlerinden muhafazakar partisine kadar her türden sağ siyasetin kullandığı yöntem çok benzerdir. Birbirlerine benzer bir düşmanlaştırma motifi, onun üzerinden ilerleyen bir ötekileştirme, dışarıda bırakma veya nefret objesi haline getirme gibi bir taktik vardır. Burada objenin kim olduğu dönem dönem değişebilir. O standart bir şey değil. Yani komünist olur, Fetöcü olur, CHP'li laik olur. Kimin olacağı o konjonktürdeki duruma göre değişir ama aslında yöntem sabittir. Amerika'daki McCarthy döneminde Kızıl Tehlike olarak da ortaya çıkar, bizde 2016 sonrasında Fetöcülük üzerinden yaygın bir şey haline gelir. Burada dikkat edersek şunu görürüz: Komünistin kim olduğu, Fetöcünün aslında kim olduğu önemli değildir, herkesi aynı potada eritebilme gücüdür önemli olan. Aslında anti-komünist siyaset bir mekanizma olarak, bir ayna; farklı dönemlerde benzer şekilde işleyen bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor. O yüzden de, bir düşman yaratma mekanizması olarak anti-komünist siyasetin her zaman kullanıldığını görüyoruz.

Son zamanlarda yayınlanan birçok dizide laik-seküler kesimler ile muhafazakar kesimler arasında bir gerilimin işlendiğini görüyoruz. Öyleyse bunları kültürel hegemonya bahsinden ayrı mı değerlendirmek gerekiyor?

S.Y:
Bu alanın politik ekonomisinden soyutlanarak ele alınmamalı. Dizi/film sektörü Türkiye'de muazzam büyüyen bir alan ve sadece Türkiye ile sınırlı olmayan, Türkiye'nin önemli bir ihracat kalemi olarak tanımlanabilen bir alan. Dünya'da, Amerika ve İngiltere ile bazen baş başa gelecek düzeyde yarışan bir hacme ulaşmaya aday bir sektörden bahsediyoruz. Dolayısıyla buradaki meselelerden bir tanesi de bu ekonomik pastanın nasıl paylaştırılacağı ile ilgili. Dizilerin konuları itibariyle daha sonradan uluslararası pazara satılması yönünde bir perspektiften yapıldığını görebiliyoruz. Yani sadece Türkiye pazarına dönük değil, “uluslararası pazara dönük olarak, nasıl bir hikaye oluşturup satmak makuldür?” düşüncesiyle bunları oluşturduklarını görüyoruz. Bu bağlamda bu dizilerin satılması planlanan ülkelere de bakılmalı. Daha çok Suudi Arabistan, Ortadoğu ve zengin petrol kaynaklarına sahip ülkeler düşünüldüğünde hikayelerin genelde bu çerçevede ilerlemesi bir anlam kazanıyor. Alt sınıf hikayeleri değil de kültürel uyumsuzluğun, zengin sınıflar arasındaki ilişkilerin anlatıldığı meseleler konu ediliyor. Büyük şirket sahibi karakterler, uluslararası ticaret yapan şirketler merkezde. Ama arada sekülerler ve laikler var hikayenin gerilim noktası olarak. Hikayenin ilgi çekici olması bu soslarla sağlanıyorken, Türkiye pazarında da bir tartışma yaratmak hedefleniyor. Çünkü ne kadar çok tartışma yaratırsanız o kadar çok piyasada kalırsınız.

Bu sadece bugüne özgü bir durum da değil tabii ki, eskiden beri var olan bir mesele, tarih dizilerinde de keza aynı şey söz konusu olmuştu. ‘80 sonrasında döneme baktığımızda da orada benzer bir süreç görürüz. Hemen ‘80 sonrasında birbiriyle yarışan TRT yapımı iki büyük prodüksiyon vardır. Bir tanesi muhafazakar bir yazar Tarık Buğra’nın elinden çıkmış Küçük Ağa ve Osmancık romanlarının televizyona uyarlanması; diğeri ise daha solcu bilinen Atilla İlhan'ın, Kartallar Yüksekten Uçar’ı. Kartallar Yüksekten Uçar'ın senaryosu bugünkü dizilerden çok farklı değildir. Büyük sermaye sahipleri, onların kendi aralarındaki ailevi gerilimler, geleneksel-modern gerilimi gibi meselelerden bahseder ve hikaye kurgusu anlamında bugünkünden çok farklı bir zeminden hareket etmediğini görürüz. Çünkü bunların ikisi de satan şeyler. Piyasasını düşündüğümüzde ikisi de Türkiye toplumunda da, dünyadaki örneklerinde de satışın olduğu ekonomik bir kaynak yaratabilecek unsurlar.

Bunun dışında alternatif ürünler üretiliyor elbette. Buradan kazanılan paraların başka yerlere aktarılması elbette söz konusu olacaktır. Bu üretimleri kontrol altında tutmak isterler iktidarlar. Anaakım sektörlerdeki bir senariste, bir yapımcıya, bir ajans sahibine verdikleri büyük miktarlardaki paraları daha sonradan kendilerine alternatif olarak bir üretimde kullanmalarını sağlamak üzere bir baskıda bulunabilirler. Bunu da iki yolla, politik baskı ya da ekonomik baskı ile yaparlar. Politik baskıyla tutuklayabilir, itibarsızlaştırır, bir durumdan ilişki yakalayıp olmadık bir yere götürebilir ya da ekonomik baskıyla ihale vermez, iş vermez, desteklemez. O yüzden bu sektöre bütüncül baktığımızda, hikayelerde bir gerilim olduğunu, bir kültürel durum söz konusu olduğunu görüyoruz ama bu yabancısı olduğumuz bir gerilim değil.

Kültürel hegemonya bahsinde en önemli husus, buradaki pazar payını ele geçirmek. Daha alternatif, kültür sahibi olduğunu düşünenler tarafından üretilmiş olan eserlere, romanlara, alternatif sinema, tiyatro eserlerine baktığımız zaman, oradaki pazar payının çok düşük olduğunu görüyorsunuz ve oraya göz diken bir iktidar yok. Bu alandaki çalışmalar için “siz orada oynayabilirsiniz, kendi çapınızda sorun değil, zaten kaç kişi okuyor/izliyor ki” diye düşünüyor. Yani bizim de İslamcı güzel yazarlarımız olsun, bir Necip Fazıl'la kalmayalım, daha iyi şairlerimiz çıksın, yedi güzel adamımız, on yedi olsun, yirmi yedi olsun, bunlar çoğalsın istiyor elbette. Ama öyle bir camia, öyle bir bakış yok orada. Hiçbir zaman da olmadı.

Dünyada muhafazakarlık üzerine yazan ve düşünen Fritz Stern, “muhafazakarlık politik hakimiyetinin bedelini kültürel sefaletle öder” der. Çünkü muhafazakarlık muhalefetteyken çok gelişkindir. Kendisini kültürel olarak çok gelişkin bir yerden kurar, çünkü bir sistem eleştirisi vardır özünde. Mesela Tanpınar, çok gelişkin bir rejim eleştirisi, sistem eleştirisi, kültür eleştirisi yapıyor, bir alan açıyor kendisine. Ama muhafazakarlık ne zaman ki iktidar olur eleştiri nesnesi kendisine doğru dönmek zorunda kalır. Bu defa o aynı eleştiri dozunu, aynı eleştirel zemini kullanamaz.

Bir tepki örgütleyebiliyor ama iktidarı ele geçirdiğinde yeni bir zemin kurmak bir yana, sisteme doğrudan eklemleniyor.

S.Y:
Evet, artık o tepkiyi kendisine göstermek durumunda, çünkü kendisi iktidar ve iktidar olduğu anda yapabileceği yeni bir şey, bir önerisi yok. Bu nedenle muhalefetteyken kültürel olarak bir eleştiri sunduğu zaman, modernleşme karşıtı bir yerden kendini kurabiliyor, kendine büyük bir eleştiri alanı açabiliyor. Ama iktidara geldiği zaman muhafazakarlık, doğal olarak yozlaşıyor. Çünkü iktidarı ele geçirdiği anda farklı bir yerde kendini var etmek zorunda kalıyor. Ekonomik ilişkilerin bir parçası olduğunun farkına varıyor ya da bu açığa çıkıyor. Muhafazakarlığın en temel eleştirisi “Modernite bizi bitiriyor, yozlaşıyoruz; değerlerimizden, tarihimizden uzaklaşıyoruz. Bu yüzden de özümüze dönmemiz lazım” biçimindeydi. Ancak atlanılan şu: Burada modernite diye tanımladığı şey, kapitalizmin kendisi. İktidara geldiği zaman bunun modernite ile bir alakası olmadığını, bunun kültürel, politik bir şey değil, bayağı, külliyen bir ekonomik mesele olduğunu farkına varıyor ve bu sorunu çözemeyeceğini, en azından kendi önerdiği biçimiyle çözemeyeceğini fark ediyor. O yüzden de ürettiği ürünler; yani muhalefetteyken; kendini ezilmiş, mağdur gördüğü zamanlarda ürettiği eserlerle iktidara geldiği arasında bir uçurum ortaya çıkıyor. Çünkü ona ilişkin bir çözümü, bir eleştirisi yok. İktidar olduğu zaman muhafazakarlık eleştirel dozunu, eleştirel gücünü kaybediyor ve kendine ait bir kültür sanat gücünü bırakmak terketmek zorunda kalıyor. Çünkü yeni durumda iki şeyden birisini yapmak zorunda muhafazakar kültür: Ya yirmi yıldır iktidarda olan bir muhafazakar ideolojinin başaramadığını yazacak ve bunun nedenlerini sorgulamak zorunda kalacak, ya da yapılanları muhafazakarlık adına övecek kültür ürünleri yaratacak. Bu ikisinden herhangi birini yapmak, kendilerini inkar etmek, varoluş zeminlerini yok etmek, gerçeklik ile olan bağlarını kopartmak anlamına gelir. O yüzden de susmak zorunda. Ya da yeni bir kültür ve yeni bir sanat anlayışı yaratacak. Özü itibariyle yenilikçi, reformcu olmayan geleneksel bir anlayışın yıllarca savunusunu yapmış olan yaklaşımın bunu gerçekleştirebilecek refleksleri de yok. Bu türden bir yeni insan ve yeni kültür savunusu ancak devrimci bir kültür anlayışında mümkündür.

Eleştirdikleri birçok uygulamayı iktidara geldiklerinde muhafazakarlar kendileri yaparlar. İçerik olarak farklı olabilir ama eleştirdiği modernitenin ve Türkiye örneğinde kemalizmin yöntemsel olarak yaptığı şeylerin her birini benimser. Bunu laik değil de dini bir içerikle yapar ama aynı anti-demokratik yöntem üzerinden hareket ederek yapar ne yaparsa. Mesela tek parti döneminin Milli Şef ya da Ebedi Şef rejiminin eleştirisi bu kesimler tarafından çok fazla yapıldı. Ama daha sonra yerine yeni bir şef, yeni bir reis koymakta hiç tereddüt etmediler. Bir başka yerde iktidarın tarih anlayışına dair şöyle söylemiştim: “Türkiye’de merkez siyasetten uzaklaştırıldığını söyleyen ve bu yüzden kendisini “garip ve parya” hisseden Müslüman-sağ siyasetin unsurları iktidarı ele geçirdikleri anda, eski, eleştirdikleri iktidarların bütün araçlarını ve söylemlerini kullanmaktan çekinmediler. Sorun hiçbir zaman kullanılan araçlarda olmadı; o araçların “kendileri” tarafından kullanılmamasıydı asıl sorun. Mühim olan “ebedi” veya “milli” sıfatını alan şeflik sisteminin kendisi değil, bu sıfata kimin lâyık görüleceğidir.” Yani eleştirilerinin temel unsuru şeflik veya anti-demokratik politik liderlik yöntemi değil asıl olarak bu yöntemin kendileri mi başkaları tarafından mı uygulandığı üzerinden oluşunca, iktidara geldiğinde muhalefetteki eleştirel gücünü koruyamıyor elbette.

Söyleşinin başında Troçki’den ve alternatif bir kültür anlayışının nasıl olabileceğinden bahsettiniz. Son olarak burayı biraz daha açabiliriz. Sol, toplumcu bir kültürel mücadele ne anlama gelir? Bugün böyle mücadeleler var mı?

S.Y:
Sosyalizmin, Marksizmin sürekli üzerine düşündüğü bir alan kültür alanı. Çünkü tek başına siyasi iktidarı ele geçirmek değil, bununla birlikte bir toplum olma durumundan kaynaklı her tür olguyu, durumu inşa etmek ve yeni bir gelecek için yeni insanı kurmak meselesi önemli görülmüş. Bu yüzden de Marx ve Engels dahil, bütün hepsi buna önem vermişler.. Buradaki temel mesele, kültürel alanın kurulmasının siyasallaşmanın boyutlarıyla ilgili olması. Bir siyasi mücadele toplumsal alanda ne kadar yaygın ve etkin bir şekilde hegemonyasını kurabildiyse onun kültürel hegemonyası da onunla birlikte oluşur. 1960’lı ve ‘70’li yıllara baktığımız zaman benzer şeyleri görebiliyoruz. Orada insanlar evet, bir halk tiyatrosu, devrim tiyatrosu kurmak için çabalıyorlar, devrimci sanatı, devrimci şiiri oluşturmak üzere bir örgütlenmeye gidebiliyorlar ama bu siyasal alanın gelişkinliğinden bağımsız, onların dışında bir yerde devam etmiyor. O (siyasal) alan geliştiği için, onunla birlikte gelişen bir alandan bahsediyoruz. Birbirinden bağımsız olarak gelişmiyor.

Arabesk müzik tartışmasında da benzer bir şey karşımıza çıkar. 1960’lı ve ‘70’li yıllarda “Arabesk müzik acaba bir alt sınıf kültürünün bir ürünü mü, bir sınıfsal haykırış mı?” diye tartışılırken; aynı insanların biraz daha devrimci ve yıkıcı taleplerle “batsın bu dünya” diye devrinin sesi olabilecek bir şeyi haykırdıkları düşünülürken, bugün gayet merkezi iktidarın sesi olarak eklemlenmiş bir şekilde hareket edebiliyorlar. Çünkü popüler kültür dediğimiz alan doğrudan siyasi hegemonyayla bağlantılı bir şekilde ilerler. Onun etki alanında gelişir. Siyasi hegemonya nerede kurulduysa popüler kültür onu takip eder aslında. Bu yüzden de siyasi alanın gelişkinliği, örgütlülüğü; siyasal partilerin, sendikaların, bütün kitle örgütlerinin gelişkinliği aynı zamanda bu gelişkinlikle bağlantılı bir kültürel alan yaratacaktır, yaratır. “Bu otomatik bir ilişki o yüzden onu beklemeliyiz” demek istemiyorum elbette ama eğer kültürel hegemonya oluşturulmak isteniyorsa, asıl olarak yapılması gereken şey siyasal hegemonyayı kuvvetlendirecek adımları atmaktır.

Kültürel hegemonya kimin elinde?
Kültürel hegemonya kimin elinde?
Ergin Yıldızoğlu: “Sol, kültür savaşını ekonomik ve siyasi savaştan ayırmamalı”
Ergin Yıldızoğlu: “Sol, kültür savaşını ekonomik ve siyasi savaştan ayırmamalı”
 
Üst