- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 192,714
- Tepkime puanı
- 0
Türkiye 2025 yılına bütünüyle zırva olmakla birlikte siyaset ve toplum üzerinde etkili olacağı anlaşılan bir kavramla girmişti: “Siyasal Alevilik” kavramıyla. Kavramın ortaya çıkışı ise elbette ki tesadüf değildi; Suriye’de Esad düşmüş, HTŞ’nin yani El Kaide’nin öncülüğündeki cihatçı çeteler yönetimi ele geçirmişti.
Cihatçılık ve onun ideolojisi olan Selefilik için tarihsel olarak diğer dinler değil, Alevilik ve Şiilik hep baş düşman oldu, bunlar sapkınlık olarak görüldü ve hedef tahtasına yerleştirildi, cihatçılık başından itibaren mezhepçi bir ideoloji olarak şekillendi.
Yeni-Osmanlıcı dış politika doğrultusunda Esad’ın devrilmesi öncelikli başlık haline geldikten sonra Türkiye Suriye’de hem cihatçılara yatırım yaptı hem de buna uygun bir şekilde mezhepçi bir söylem kullandı. Gerçekliğe aykırı bir şekilde, Suriye’deki rejimin Nusayrilere/Arap Alevilerine ait olduğu ve Sünnileri ezdiği, onlara yönelik sistematik baskı politikaları izlediği öne sürüldü.
Esad’ın devrilmesinin ardından ise söylem “Suriye tekrar esas sahiplerine kavuştu” üzerine kuruldu ve buradan da “siyasal Alevilik” kavramına ulaşıldı. Cihatçıların Suriye’yi işgalinin Türkiye’ye başlıca yansıması siyasal İslamcıların gemi azıya alıp Türkiye Alevilerini bu kavram üzerinden tehdit etmeye başlaması ve “ayağınızı denk alın” demesi oldu.
Ancak “siyasal Alevilik”, Aleviliğin başına eklediği “siyasal” sıfatıyla Alevileri de aşacak bir şekilde bütün muhalif kesimlere yönelik bir adlandırma, seslenme ve parmak sallama aracıydı. Hedefte sadece Aleviler değil, siyasal İslamcı projeye angaje olmayan bütün toplum kesimleri vardı.
Nasıl ki siyasal Alevi kavramının ortaya atılışının zamanlaması tesadüf değilse, kavramın ortaya atılmasının hemen ardından yargı sopasının siyaseti dizayn etmek ve siyasal alanı daraltmak için kullanılmaya başlanması da bir tesadüf değildi. Suriye’de kazanılan “zafer”in içeriye yansıması, muhaliflere yönelik yargı merkezli ve süreklileşmiş bir operasyon dönemine girişimiz oldu. Kayyım atamaları, operasyonlar, İmamoğlu’nu tasfiye girişimleri vs. hepsi bu konjonktürün ürünü olarak karşımıza çıktı.
Peki aynı günlerde Bahçeli eliyle ve Öcalan üzerinden yeni bir sürecin başlatılması bir tesadüf müydü? Elbette ki hayır! Halep kalesine asılan bayrakla yükseltilen “fetih” söylemi, siyasal Alevilik kavramının icadıyla birlikte başlayan yargı merkezli operasyonlar ve adı “terörsüz Türkiye” olarak konulan yeni süreç birbirinden ayrıştırılabilir değildi ve hepsi tek bir hedefe ulaşmak için kullanılan enstrümanlardı.
Şimdilerde yaşadıklarımız tüm bu olan bitenlerin birbiriyle bağlantısını ve ulaşılmak istenilen yerin de neresi olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Suriye’de HTŞ’nin ve cihatçıların başlattığı Alevi katliamına bakalım öncelikle.
İktidarın iki kanadı da yaşananlarla ilgili yaptıkları değerlendirmelerde açık bir şekilde cihatçıların arkasında durdular, HTŞ’ye yönelik bir provokasyondan bahsettiler ve CHP’yi mezhepçilik yapmakla, Suriye’deki gerilimi buraya taşımaya çalışmakla suçladılar. Suriye’deki katliamları geçtim, Türkiye’deki Alevi yurttaşların yaşadığı tedirginliği azaltmaya yönelik dahi en ufak bir açıklama yapılmadı, tek bir adım atılmadı. Bilakis yandaş medya üzerinden içerideki bütün muhalif kesimlere bir kez daha “ayağınızı denk alın” mesajı verildi.
Peki ya yargı merkezli operasyonlar? Onlar da tüm hızıyla devam ediyor elbette. En son hamle İmamoğlu’nun en yakınındakilere yönelik mal varlıklarının dondurulması kararıydı ve böylece çember biraz daha daralmış oldu. 23 Mart’ta CHP’de yapılacak cumhurbaşkanlığı ön seçimi öncesi nihai hedefi İmamoğlu olan bu operasyonların nereye varacağını hep beraber göreceğiz.
Ve üçüncüsü yeni süreç… Öcalan’ın son mektubuyla yeni bir aşamaya gelindi ve PKK’nin kendini feshetme süreci de başlamış oldu; bu süreç koşulsuz, şartsız mı ilerleyecek yoksa PKK somut birtakım adımlar mı görmek isteyecek onu önümüzdeki günlerde anlayacağız. Ancak sürecin somut çıktısı CHP-DEM Parti ittifakının altının oyulması, DEM Parti’nin tarafsız bir pozisyona yerleşmesi ve belki de yeni bir anayasanın asli ortağı haline gelmesi oldu.
Buna bir de en sıcak gelişmeyi, yani YPG’nin HTŞ’yle yaptığı anlaşmayı ekleyelim. En az bin Alevi’nin katledilmesinin üzerinden daha 24 saat bile geçmemişken, bu iki örgüt ABD güdümlü bir barışa ve anlaşmaya imza attılar. Mazlum Abdi önce CENTCOM komutanı ile bir araya geldi, sonra bir Apache helikopterine binip Şam’a gitti ve orada El Kaide artığı Colani’yle poz verip, 8 maddelik bir anlaşmaya imza attı.
Tüm bunların içerisine yerleştirileceği bağlama “ömrü vefa edene kadar konsepti” adını verebiliriz sanıyorum. Türkiye’de rejim daha önce kullandığım bir kavramla söyleyecek olursam bir “seçimsizleştirme” aşamasına geçmiş durumda. Yani Türkiye, seçimlerin yapıldığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, sandıktan hep iktidarın çıktığı, Azerbaycan misali bir ülkeye dönüştürülmek isteniyor. O iktidarın merkezinde ise Erdoğan bulunuyor; o olmadan inşa edilen rejimin yoluna devam etme şansı son derece zayıf. Dolayısıyla Erdoğan’ın ölene kadar o koltukta oturması için her yolun denenmesi gerekiyor.
Erdoğan bir yandan “Suriye fatihi” rolünü oynamaya devam edecek, HTŞ rejimiyle her türlü ilişki kurulacak, emperyal fanteziler tatmin edilecek ama buna bir de “terörü bitiren lider” unvanı eklenecek. Tüm bunları yaparken ise Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalarak günü geldiğinde Kürt siyasetini bir kez daha aday olmasının yolunu açacak olan erken seçime Meclis’te evet dedirtmeye ya da yeni anayasanın ortağı yapmaya çalışacak.
Ama bunlar tek başına “ömrü vefa edene kadar başkanlık” için yeterli olmayabilir; bunun için de seçimsizleştirme sürecine uygun bir şekilde Erdoğan’ın karşısındaki en büyük rakip olan İmamoğlu’nun devre dışı bırakılması ve tasfiye edilmesi de gerekecek.
Bunun için yapılacak şeyin ne olduğunu bilmiyoruz henüz; diplomasının geçersiz ilan edilip seçime katılmasının engellenmesi mi, siyasi yasak ve cezaevi mi, henüz belli değil. Belki de ve daha düşük ihtimalle olmakla birlikte çok sayıda dava üzerinden itibarsızlaştırılarak son derece yıpranmış ve ortak aday olmaktan çıkarılmış bir şekilde aday olmasına izin verilecek…
Geçtiğimiz haftaki yazıda “barışın kaybedeni olmaz” mı diye sormuş ve olabileceğini söylemiştik. Şu an iktidar eliyle dayatılan ve Amerikan-İsrail güdümlü bir karakter taşıyan “barış” süreci, bir “yeni-Osmanlı barışı”dır.
Yani birincisi bu barış asimetrik bir nitelik taşımaktadır, masaya denk güçler oturmamaktadır, bir taraf diğerine kendi barışını dayatmaktadır; kayyımlar, operasyonlar, rakipleri tasfiye, karşı ittifakları dağıtma girişimleri bunun bir parçasıdır. İkincisi, karşımızda modern karakterli bir barış yoktur; demokrasi, özgürlükler, insan hakları, eşit yurttaşlık vb.ne değil “İslam kardeşliği”ne yaslanan ve hatta mezhepçiliğe göz kırpan bir yaklaşım söz konusudur. Üçüncüsü, Türkiye’nin ilerici kesimleri yeni ittifakın neticesi olabilecek yeni ve gerici “toplum sözleşmesi”nin ve yeni anayasanın fiilen dışında bırakılacaklardır. Dördüncüsü, Suriye’deki gelişmelerle birlikte kuvvetle muhtemel bu yeni ittifak İran düşmanı bir çizginin bölgesel temsilciliği rolünü üstlenmek isteyecektir. Ve beşincisi ve elbette ki en önemlisi, saray merkezli rejim buradan yitirmeye yüz tutan hegemonyasını yeniden tesis ederek çıkmayı, rakiplerini tasfiyeyi sorunsuz bir şekilde halletmeyi ve Erdoğan’ı ömrü vefa edene kadar o koltukta oturtmayı hedeflemektedir.
Velhasıl silahların susması, akan kanın durması, şiddetin sona ermesi, bunların hiçbirine itiraz edilemez ama siyaset üstü, dokunulamaz, eleştirilemez bir barışın ve apolitik bir barış güzellemesinin de Türkiye halkına herhangi bir faydası yoktur.
Bu memlekete dair esastan bir derdi olan solun “barışı demokratikleştirmek”, “barışın altını doldurmak” vs. gibi beyhude işlerle uğraşmak yerine kendi bağımsız hattını inşa ederek Türk ve Kürt emekçilerin ülkenin asli sahipleri ve eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşayacağı bir Türkiye için mücadele etmesi hepimiz için en hayırlısı olacaktır.
Cihatçılık ve onun ideolojisi olan Selefilik için tarihsel olarak diğer dinler değil, Alevilik ve Şiilik hep baş düşman oldu, bunlar sapkınlık olarak görüldü ve hedef tahtasına yerleştirildi, cihatçılık başından itibaren mezhepçi bir ideoloji olarak şekillendi.
Yeni-Osmanlıcı dış politika doğrultusunda Esad’ın devrilmesi öncelikli başlık haline geldikten sonra Türkiye Suriye’de hem cihatçılara yatırım yaptı hem de buna uygun bir şekilde mezhepçi bir söylem kullandı. Gerçekliğe aykırı bir şekilde, Suriye’deki rejimin Nusayrilere/Arap Alevilerine ait olduğu ve Sünnileri ezdiği, onlara yönelik sistematik baskı politikaları izlediği öne sürüldü.
Esad’ın devrilmesinin ardından ise söylem “Suriye tekrar esas sahiplerine kavuştu” üzerine kuruldu ve buradan da “siyasal Alevilik” kavramına ulaşıldı. Cihatçıların Suriye’yi işgalinin Türkiye’ye başlıca yansıması siyasal İslamcıların gemi azıya alıp Türkiye Alevilerini bu kavram üzerinden tehdit etmeye başlaması ve “ayağınızı denk alın” demesi oldu.
Ancak “siyasal Alevilik”, Aleviliğin başına eklediği “siyasal” sıfatıyla Alevileri de aşacak bir şekilde bütün muhalif kesimlere yönelik bir adlandırma, seslenme ve parmak sallama aracıydı. Hedefte sadece Aleviler değil, siyasal İslamcı projeye angaje olmayan bütün toplum kesimleri vardı.
Nasıl ki siyasal Alevi kavramının ortaya atılışının zamanlaması tesadüf değilse, kavramın ortaya atılmasının hemen ardından yargı sopasının siyaseti dizayn etmek ve siyasal alanı daraltmak için kullanılmaya başlanması da bir tesadüf değildi. Suriye’de kazanılan “zafer”in içeriye yansıması, muhaliflere yönelik yargı merkezli ve süreklileşmiş bir operasyon dönemine girişimiz oldu. Kayyım atamaları, operasyonlar, İmamoğlu’nu tasfiye girişimleri vs. hepsi bu konjonktürün ürünü olarak karşımıza çıktı.
Peki aynı günlerde Bahçeli eliyle ve Öcalan üzerinden yeni bir sürecin başlatılması bir tesadüf müydü? Elbette ki hayır! Halep kalesine asılan bayrakla yükseltilen “fetih” söylemi, siyasal Alevilik kavramının icadıyla birlikte başlayan yargı merkezli operasyonlar ve adı “terörsüz Türkiye” olarak konulan yeni süreç birbirinden ayrıştırılabilir değildi ve hepsi tek bir hedefe ulaşmak için kullanılan enstrümanlardı.
Şimdilerde yaşadıklarımız tüm bu olan bitenlerin birbiriyle bağlantısını ve ulaşılmak istenilen yerin de neresi olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Suriye’de HTŞ’nin ve cihatçıların başlattığı Alevi katliamına bakalım öncelikle.
İktidarın iki kanadı da yaşananlarla ilgili yaptıkları değerlendirmelerde açık bir şekilde cihatçıların arkasında durdular, HTŞ’ye yönelik bir provokasyondan bahsettiler ve CHP’yi mezhepçilik yapmakla, Suriye’deki gerilimi buraya taşımaya çalışmakla suçladılar. Suriye’deki katliamları geçtim, Türkiye’deki Alevi yurttaşların yaşadığı tedirginliği azaltmaya yönelik dahi en ufak bir açıklama yapılmadı, tek bir adım atılmadı. Bilakis yandaş medya üzerinden içerideki bütün muhalif kesimlere bir kez daha “ayağınızı denk alın” mesajı verildi.
Peki ya yargı merkezli operasyonlar? Onlar da tüm hızıyla devam ediyor elbette. En son hamle İmamoğlu’nun en yakınındakilere yönelik mal varlıklarının dondurulması kararıydı ve böylece çember biraz daha daralmış oldu. 23 Mart’ta CHP’de yapılacak cumhurbaşkanlığı ön seçimi öncesi nihai hedefi İmamoğlu olan bu operasyonların nereye varacağını hep beraber göreceğiz.
Ve üçüncüsü yeni süreç… Öcalan’ın son mektubuyla yeni bir aşamaya gelindi ve PKK’nin kendini feshetme süreci de başlamış oldu; bu süreç koşulsuz, şartsız mı ilerleyecek yoksa PKK somut birtakım adımlar mı görmek isteyecek onu önümüzdeki günlerde anlayacağız. Ancak sürecin somut çıktısı CHP-DEM Parti ittifakının altının oyulması, DEM Parti’nin tarafsız bir pozisyona yerleşmesi ve belki de yeni bir anayasanın asli ortağı haline gelmesi oldu.
Buna bir de en sıcak gelişmeyi, yani YPG’nin HTŞ’yle yaptığı anlaşmayı ekleyelim. En az bin Alevi’nin katledilmesinin üzerinden daha 24 saat bile geçmemişken, bu iki örgüt ABD güdümlü bir barışa ve anlaşmaya imza attılar. Mazlum Abdi önce CENTCOM komutanı ile bir araya geldi, sonra bir Apache helikopterine binip Şam’a gitti ve orada El Kaide artığı Colani’yle poz verip, 8 maddelik bir anlaşmaya imza attı.
Tüm bunların içerisine yerleştirileceği bağlama “ömrü vefa edene kadar konsepti” adını verebiliriz sanıyorum. Türkiye’de rejim daha önce kullandığım bir kavramla söyleyecek olursam bir “seçimsizleştirme” aşamasına geçmiş durumda. Yani Türkiye, seçimlerin yapıldığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, sandıktan hep iktidarın çıktığı, Azerbaycan misali bir ülkeye dönüştürülmek isteniyor. O iktidarın merkezinde ise Erdoğan bulunuyor; o olmadan inşa edilen rejimin yoluna devam etme şansı son derece zayıf. Dolayısıyla Erdoğan’ın ölene kadar o koltukta oturması için her yolun denenmesi gerekiyor.
Erdoğan bir yandan “Suriye fatihi” rolünü oynamaya devam edecek, HTŞ rejimiyle her türlü ilişki kurulacak, emperyal fanteziler tatmin edilecek ama buna bir de “terörü bitiren lider” unvanı eklenecek. Tüm bunları yaparken ise Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalarak günü geldiğinde Kürt siyasetini bir kez daha aday olmasının yolunu açacak olan erken seçime Meclis’te evet dedirtmeye ya da yeni anayasanın ortağı yapmaya çalışacak.
Ama bunlar tek başına “ömrü vefa edene kadar başkanlık” için yeterli olmayabilir; bunun için de seçimsizleştirme sürecine uygun bir şekilde Erdoğan’ın karşısındaki en büyük rakip olan İmamoğlu’nun devre dışı bırakılması ve tasfiye edilmesi de gerekecek.
Bunun için yapılacak şeyin ne olduğunu bilmiyoruz henüz; diplomasının geçersiz ilan edilip seçime katılmasının engellenmesi mi, siyasi yasak ve cezaevi mi, henüz belli değil. Belki de ve daha düşük ihtimalle olmakla birlikte çok sayıda dava üzerinden itibarsızlaştırılarak son derece yıpranmış ve ortak aday olmaktan çıkarılmış bir şekilde aday olmasına izin verilecek…
Geçtiğimiz haftaki yazıda “barışın kaybedeni olmaz” mı diye sormuş ve olabileceğini söylemiştik. Şu an iktidar eliyle dayatılan ve Amerikan-İsrail güdümlü bir karakter taşıyan “barış” süreci, bir “yeni-Osmanlı barışı”dır.
Yani birincisi bu barış asimetrik bir nitelik taşımaktadır, masaya denk güçler oturmamaktadır, bir taraf diğerine kendi barışını dayatmaktadır; kayyımlar, operasyonlar, rakipleri tasfiye, karşı ittifakları dağıtma girişimleri bunun bir parçasıdır. İkincisi, karşımızda modern karakterli bir barış yoktur; demokrasi, özgürlükler, insan hakları, eşit yurttaşlık vb.ne değil “İslam kardeşliği”ne yaslanan ve hatta mezhepçiliğe göz kırpan bir yaklaşım söz konusudur. Üçüncüsü, Türkiye’nin ilerici kesimleri yeni ittifakın neticesi olabilecek yeni ve gerici “toplum sözleşmesi”nin ve yeni anayasanın fiilen dışında bırakılacaklardır. Dördüncüsü, Suriye’deki gelişmelerle birlikte kuvvetle muhtemel bu yeni ittifak İran düşmanı bir çizginin bölgesel temsilciliği rolünü üstlenmek isteyecektir. Ve beşincisi ve elbette ki en önemlisi, saray merkezli rejim buradan yitirmeye yüz tutan hegemonyasını yeniden tesis ederek çıkmayı, rakiplerini tasfiyeyi sorunsuz bir şekilde halletmeyi ve Erdoğan’ı ömrü vefa edene kadar o koltukta oturtmayı hedeflemektedir.
Velhasıl silahların susması, akan kanın durması, şiddetin sona ermesi, bunların hiçbirine itiraz edilemez ama siyaset üstü, dokunulamaz, eleştirilemez bir barışın ve apolitik bir barış güzellemesinin de Türkiye halkına herhangi bir faydası yoktur.
Bu memlekete dair esastan bir derdi olan solun “barışı demokratikleştirmek”, “barışın altını doldurmak” vs. gibi beyhude işlerle uğraşmak yerine kendi bağımsız hattını inşa ederek Türk ve Kürt emekçilerin ülkenin asli sahipleri ve eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşayacağı bir Türkiye için mücadele etmesi hepimiz için en hayırlısı olacaktır.