- Katılım
- Ocak 16, 2025
- Mesajlar
- 286,030
- Tepkime puanı
- 0
Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi sonrasında dünyada devam eden bir dizi sorunda makas değişikliği olasılığı güçlenmiş görünüyor.
Bunlardan birincisi Ortadoğu ve özellikle de Filistin. Geçtiğimiz ay boyunca Trump’ın Gazze Şeridi’ni “Filistinliler’den arındırma” projesini tartıştık. Tasarının insanlığın en temel değerleriyle ilişkisizliği bir yana, Trump’ın Ortadoğu tahayyülü bakımından da son derece olumsuz sonuçlara yol açacağı açıktı. 4-5 km2’lik bir alanda bir tatil ve kumar cenneti kuracağım derken başta Ürdün ve Mısır olmak üzere Ortadoğu’da ABD’ye tabi ne kadar rejim varsa ayaklarının altındaki halıyı çekecek ve bölgeyi daha fazla kaosa sürükleyecekti. “Trump bu manyaklığı yapar mı?” sorusuna verilen ilk yanıt “yapabilir” şeklindeydi. Nasılsa engel olacak kimse yoktu. Çin uzaktan parmak sallamakla yetiniyor, başka masalarda başka öncelikleri bulunan Rusya ise “ayrıntıları görelim” gibisinden kıvırtıyordu.
ABD Başkanı’nın Gazze’ye bir buldozer gibi girmesi kaçınılmaz görünürken benim de aralarında bulunduğum kimi iflah olmaz iyimserlerin bir beklentisi kabinesindeki bazı isimlerin yapacakları meselenin bölge bakımından yaratacağı felakete dair hatırlatmaların işe yaramasıydı. Bir diğer beklenti ise Trump’ın en ucuzundan bir iş insanı olmasıyla ilgiliydi. Başkan, muhtemelen pazarlığı en yüksekten başlatarak bölgedeki rejimleri başka şeylere ikna etmeyi hedefliyordu. Nitekim bunu doğrulayan bir gelişme oldu. Yanılmıyorsam önceki gün Trump şöyle bir şey söyledi: “Benim Gazze planım bir dayatma değil, öneriydi!”
Gazze ve bütün Filistin bu gelişmeyle birlikte yeniden kendi gündemine, bir başka deyişle Hamas ve İsrail arasındaki tutsak takasına geri döndü. İsrail olanca kötü niyetiyle süreci baltalamaya ve savaşa geri dönmeye çalışıyor olsa da ateşkes devam ediyor. Trump’ın Gazze planının bir adım daha ilerlemesi halinde her zaman yaptıkları gibi “atıp tutmak” zorunda kalacak “dünya liderleri” de şimdilik bir rahat nefes aldılar. Halkın parasıyla her hafta Kudüs’ü küffardan kurtardıkları müsamere tadındaki sesli görüntüleri (dizi diyen de var) sergilemeye gönül rahatlığıyla devam edebilirler.
Filistin’de makas değişmedi. Biden yönetimi döneminde teşvik edilen ve İsrail tarafından memnuniyetle uygulanan istila ve soykırım planı Batı Şeria ve Kudüs’te devam ediyor. İsrail’in “seçilmiş”, hırsız, katil ve alçak Başbakanı Netanyahu Tulkarim’de (Batı Şeria) Filistinli bir ailenin dünyanın en pespaye ordusu tarafından boşaltılmış ve işgal edilmiş evinde basına fotoğraf veriyor. Medeniyet gibisi yok!
Makas değiştirme niyetinin en fazla mesafe aldığı yer ise Ukrayna cephesi oldu. ABD ve Rusya Dışişleri Bakanları başkanlığındaki heyetler Suudi Arabistan’da Ukrayna’nın kaderini tartışmak üzere toplandılar. Kuvvetle muhtemeldir ki, tartışılan sadece Ukrayna olmadı. İki kapitalist ülke dünyaya dair tasavvurlarını da masaya yatırıp uzlaşmaz noktaları azaltma konusunda çaba göstermek konusunda anlaştılar. Bu konuda daha yetkin bir analizi Erhan Hoca’nın önceki gün yayınlanan yazısında bulabilirsiniz.
Burasıyla bağlantılı bir diğer cephe ise Avrupa. Son üç yılda Rusya/Putin karşıtlığını Rus düşmanlığına dönüştürerek her türlü siyasi pespayelik eşiğini aşan Avrupa Trump’ın makas değişikliğiyle açıkta kalıverdi. Bu meseleyi geçen hafta yazmış olduğum için ayrıntıya girmeyeceğim.
Bu kez üzerinde durmak istediğim konu bu durumun beraberinde getirdiği savunma refleksi. Trump’ın Rusya ile masaya oturmasının yanlışlığına inandırmak için yeniden tedavüle çıkartılan cümle şu: “Rusya’yı şimdi durdurmazsak Varşova, Berlin de elden gider.” Bunun etkili bir propaganda cümlesi olduğunu kabul etmek gerek. Şu an İngiltere’den Sofya’ya kadar sürekli tekrarlanınca kitleler nezdinde daha da inandırıcı hale geliyor. Her ne kadar ABD’deki karar alıcıları büyük bir hata yaptıklarına ikna etmek temel amaç gibi görünse de bu cümlenin bir de iç piyasaya yönelik tarafı var. Savaşın devam etmesini Avrupa halklarına kabul ettirmek ve bu sayede Avrupa’da başlatılan sanayinin askerileştirilmesi sürecini kesintiye uğratmamak. Silahlanma bütçelerinin artması gerektiği açıkça savunulabiliyor böylelikle. Silahlanma bütçesinin artışının bir diğer anlamı ise patronların kârından ya da mali sermayenin ballı kazançlarından zinhar yapılamayacak tasarrufun sosyal hakların daha da budanmasıyla gerçekleştirilmesi. Bu yüzden “savaş kapımızda” diye haykırmak gerekiyor sabah akşam. Avrupa cephesinde durum bu. Geçelim bağlantılı bir başka cepheye.
Avrupa’da ne varsa bizde de o olacak derlerdi geçmişte siyasetçiler halkı kandırmak için. O devir kapandı gibi. Türkiye’yi yönetenler artık öyle bir iddia taşımıyor ve Avrupa’nın bizi kıskandığını söylemeyi tercih ediyorlar. Gerçekle yakınlık bakımından birincisi ile ikincisi arasında bir fark yok. Yalnız, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığı söylemini benimseyerek sızlanan bir grup liberalin Avrupa’da hâkim kılınmaya çalışılan korku atmosferini Türkiye’ye ithal etme çabası sürüyor. Rusya şimdi durdurulmazsa “Kars, Ardahan gider”miş! Neden? Çünkü zamanında Ruslar demişler ki, “bizim doğal sınırlarımız 1917 öncesindeki Çarlık sınırlarıdır”. Demişler midir? Demişlerdir. Ben Rusya’nın resmî açıklamalarında, daha açık bir deyişle Putin’in, Kremlin Sözcüsü’nün ya da Dışişleri Sözcüsü’nün açıklamalarında böyle bir ifadeye rastlamadım. Bununla birlikte, Rus devlet televizyonlarındaki yorumcular, Duma’daki kumbaralı megafonlar veya dünyanın en yüksek maaşlı trollerinden biri olarak görev yapan Medvedev gibi şahsiyetler buna yakın cümleler kurmuş olabilirler.
Kaldı ki, bugünün dünyasında kimse kimseye hiçbir zaman saldırmaz diyebilmek kolay değil. Yine de nesnel duruma bakmakta yarar var.
Rusya’nın niyetlerinden önce kapasitesine bakmak gerekiyor. Açık kaynaklara göre, Ukrayna savaşı öncesinde dünyanın en geniş toprağa sahip ülkesini korumak için 1 milyon civarında askeri bulunuyordu Rusya’nın. Savaşın kayıpları konusunda rivayet muhtelif ama bunların hatırı sayılır bir miktarını Ukrayna cephesinde kullandığını biliyoruz. Hep unutuluyor ama Rusya’nın bir nüfus sorunu var. 17 milyon km2’lik bir ülke için 140 milyon nüfus az olduğu gibi, artışı da çok düşük. Son 30 yılda sosyalizmin toplumsal kazanımlarını berhava ettikleri için nüfusun beslenme ve sağlık koşulları da çok parlak değil. Sayılara boğmadan devam edelim.
Rusya Ukrayna cephesinde aktif asker gücünün ve konvansiyonel silahlarının önemli bir bölümünü kullandı ama ezici bir zafer elde edemedi. Bunu “aldığı” topraklara bakarak değil, harcadığı zaman ve kaynağa işaret ederek söylüyorum. Son üç yılın bana anlattığı hikâye özetle şu: Nükleer gücünü kullanmayan bir Rusya’nın Avrupa’da bırakın Berlin’i, Polonya’yı aşması dahi yıllar sürer. Bunun için de bir sürü koşulun bir araya gelmesi gerekir. ABD’nin kayıtsızlığı ve Çin’in aktif katkısı gibi örneğin. Şunu da ekleyelim, toprak almak ile toprağı tutmak arasında da bir fark var. Bunun için salt askeri güç değil, alınan topraklarda yaşayan halkın hiç değilse bir bölümünün rızası gerekir. Ukrayna’nın doğusunda bu rızanın mevcut olduğunu söyleyebiliriz ama aynı şeyi, örnek olsun, Finlandiya veya Polonya için söyleyebilmek mümkün değil.
Türkiye’nin topraklarının Rusya tarafından işgal edilebileceğini ileri sürenlerin bilerek veya bilmeyerek atladıkları husus ise Çarlık döneminden farklı olarak Türkiye ile Rusya’nın artık bir kara sınırı bulunmadığı. Ukrayna’nın doğusundaki düz ovalarda üç köyü alacağım diye üç ay uğraşan Rusya’nın Kars’a karadan ulaşması ne kadar sürer acaba? Havadan birlik indirir, denizden çıkartma yapar diyecekler, Ukrayna cephesinde bariz hava üstünlüğünü belirleyici şekilde kullanamayan Rus hava kuvvetlerine ve Karadeniz’deki Rus donanmasının haline bakabilirler. Ülkede okuduğunu anlamayan nüfus kalabalık olduğu için açıklama getirme ihtiyacı hissediyorum. Birincisi konvansiyonel silahlarla yapılacak bir savaştan söz ediyorum. İkincisi ise Rusya’nın saldırmayacağını değil, işgale kalkışamayacağını söylüyorum.
Rusya’nın kapasitesine baktığımıza göre, niyetine de değinelim. Putin yönetiminin kısa ve orta vadede Avrupa’da veya Türkiye’de yeni topraklar işgal etmek gibi bir niyeti bulunmuyor. ABD’nin başına gelen “şey”den de yararlanarak kendi sermayesinin çıkarlarını küresel seviyede maksimize etme peşinde sadece. Bir yandan ABD ile dans ederken bir yandan da savaşın yarattığı yıpranmayı onarmak önümüzdeki dönemde Moskova’nın öncelikli kaygısı olacaktır.
Özetlemek gerekirse, bu “Rusya tehdidi” lakırdılarının bu aşamada ciddiye alınacak tarafı yoktur. Türkiye burjuvazisinin bir bölümü, Avrupa’daki sınıf kardeşlerinin örneğini izleyerek, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye halkına yutturdukları zokanın bir benzerini pazarlamaya çalışıyor sadece. İsrail tehdidi bahanesiyle iç cephe başlığını açarak sağa sola balyoz savuran iktidarın da bundan yararlanmak istemesi beklenebilir.
Ne de olsa, düzenin aşınmış ve paslanmış vidalarını sıkıştırmak için her gerekçe mübah sayılır.
Bunlardan birincisi Ortadoğu ve özellikle de Filistin. Geçtiğimiz ay boyunca Trump’ın Gazze Şeridi’ni “Filistinliler’den arındırma” projesini tartıştık. Tasarının insanlığın en temel değerleriyle ilişkisizliği bir yana, Trump’ın Ortadoğu tahayyülü bakımından da son derece olumsuz sonuçlara yol açacağı açıktı. 4-5 km2’lik bir alanda bir tatil ve kumar cenneti kuracağım derken başta Ürdün ve Mısır olmak üzere Ortadoğu’da ABD’ye tabi ne kadar rejim varsa ayaklarının altındaki halıyı çekecek ve bölgeyi daha fazla kaosa sürükleyecekti. “Trump bu manyaklığı yapar mı?” sorusuna verilen ilk yanıt “yapabilir” şeklindeydi. Nasılsa engel olacak kimse yoktu. Çin uzaktan parmak sallamakla yetiniyor, başka masalarda başka öncelikleri bulunan Rusya ise “ayrıntıları görelim” gibisinden kıvırtıyordu.
ABD Başkanı’nın Gazze’ye bir buldozer gibi girmesi kaçınılmaz görünürken benim de aralarında bulunduğum kimi iflah olmaz iyimserlerin bir beklentisi kabinesindeki bazı isimlerin yapacakları meselenin bölge bakımından yaratacağı felakete dair hatırlatmaların işe yaramasıydı. Bir diğer beklenti ise Trump’ın en ucuzundan bir iş insanı olmasıyla ilgiliydi. Başkan, muhtemelen pazarlığı en yüksekten başlatarak bölgedeki rejimleri başka şeylere ikna etmeyi hedefliyordu. Nitekim bunu doğrulayan bir gelişme oldu. Yanılmıyorsam önceki gün Trump şöyle bir şey söyledi: “Benim Gazze planım bir dayatma değil, öneriydi!”
Gazze ve bütün Filistin bu gelişmeyle birlikte yeniden kendi gündemine, bir başka deyişle Hamas ve İsrail arasındaki tutsak takasına geri döndü. İsrail olanca kötü niyetiyle süreci baltalamaya ve savaşa geri dönmeye çalışıyor olsa da ateşkes devam ediyor. Trump’ın Gazze planının bir adım daha ilerlemesi halinde her zaman yaptıkları gibi “atıp tutmak” zorunda kalacak “dünya liderleri” de şimdilik bir rahat nefes aldılar. Halkın parasıyla her hafta Kudüs’ü küffardan kurtardıkları müsamere tadındaki sesli görüntüleri (dizi diyen de var) sergilemeye gönül rahatlığıyla devam edebilirler.
Filistin’de makas değişmedi. Biden yönetimi döneminde teşvik edilen ve İsrail tarafından memnuniyetle uygulanan istila ve soykırım planı Batı Şeria ve Kudüs’te devam ediyor. İsrail’in “seçilmiş”, hırsız, katil ve alçak Başbakanı Netanyahu Tulkarim’de (Batı Şeria) Filistinli bir ailenin dünyanın en pespaye ordusu tarafından boşaltılmış ve işgal edilmiş evinde basına fotoğraf veriyor. Medeniyet gibisi yok!
Makas değiştirme niyetinin en fazla mesafe aldığı yer ise Ukrayna cephesi oldu. ABD ve Rusya Dışişleri Bakanları başkanlığındaki heyetler Suudi Arabistan’da Ukrayna’nın kaderini tartışmak üzere toplandılar. Kuvvetle muhtemeldir ki, tartışılan sadece Ukrayna olmadı. İki kapitalist ülke dünyaya dair tasavvurlarını da masaya yatırıp uzlaşmaz noktaları azaltma konusunda çaba göstermek konusunda anlaştılar. Bu konuda daha yetkin bir analizi Erhan Hoca’nın önceki gün yayınlanan yazısında bulabilirsiniz.
Burasıyla bağlantılı bir diğer cephe ise Avrupa. Son üç yılda Rusya/Putin karşıtlığını Rus düşmanlığına dönüştürerek her türlü siyasi pespayelik eşiğini aşan Avrupa Trump’ın makas değişikliğiyle açıkta kalıverdi. Bu meseleyi geçen hafta yazmış olduğum için ayrıntıya girmeyeceğim.
Bu kez üzerinde durmak istediğim konu bu durumun beraberinde getirdiği savunma refleksi. Trump’ın Rusya ile masaya oturmasının yanlışlığına inandırmak için yeniden tedavüle çıkartılan cümle şu: “Rusya’yı şimdi durdurmazsak Varşova, Berlin de elden gider.” Bunun etkili bir propaganda cümlesi olduğunu kabul etmek gerek. Şu an İngiltere’den Sofya’ya kadar sürekli tekrarlanınca kitleler nezdinde daha da inandırıcı hale geliyor. Her ne kadar ABD’deki karar alıcıları büyük bir hata yaptıklarına ikna etmek temel amaç gibi görünse de bu cümlenin bir de iç piyasaya yönelik tarafı var. Savaşın devam etmesini Avrupa halklarına kabul ettirmek ve bu sayede Avrupa’da başlatılan sanayinin askerileştirilmesi sürecini kesintiye uğratmamak. Silahlanma bütçelerinin artması gerektiği açıkça savunulabiliyor böylelikle. Silahlanma bütçesinin artışının bir diğer anlamı ise patronların kârından ya da mali sermayenin ballı kazançlarından zinhar yapılamayacak tasarrufun sosyal hakların daha da budanmasıyla gerçekleştirilmesi. Bu yüzden “savaş kapımızda” diye haykırmak gerekiyor sabah akşam. Avrupa cephesinde durum bu. Geçelim bağlantılı bir başka cepheye.
Avrupa’da ne varsa bizde de o olacak derlerdi geçmişte siyasetçiler halkı kandırmak için. O devir kapandı gibi. Türkiye’yi yönetenler artık öyle bir iddia taşımıyor ve Avrupa’nın bizi kıskandığını söylemeyi tercih ediyorlar. Gerçekle yakınlık bakımından birincisi ile ikincisi arasında bir fark yok. Yalnız, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığı söylemini benimseyerek sızlanan bir grup liberalin Avrupa’da hâkim kılınmaya çalışılan korku atmosferini Türkiye’ye ithal etme çabası sürüyor. Rusya şimdi durdurulmazsa “Kars, Ardahan gider”miş! Neden? Çünkü zamanında Ruslar demişler ki, “bizim doğal sınırlarımız 1917 öncesindeki Çarlık sınırlarıdır”. Demişler midir? Demişlerdir. Ben Rusya’nın resmî açıklamalarında, daha açık bir deyişle Putin’in, Kremlin Sözcüsü’nün ya da Dışişleri Sözcüsü’nün açıklamalarında böyle bir ifadeye rastlamadım. Bununla birlikte, Rus devlet televizyonlarındaki yorumcular, Duma’daki kumbaralı megafonlar veya dünyanın en yüksek maaşlı trollerinden biri olarak görev yapan Medvedev gibi şahsiyetler buna yakın cümleler kurmuş olabilirler.
Kaldı ki, bugünün dünyasında kimse kimseye hiçbir zaman saldırmaz diyebilmek kolay değil. Yine de nesnel duruma bakmakta yarar var.
Rusya’nın niyetlerinden önce kapasitesine bakmak gerekiyor. Açık kaynaklara göre, Ukrayna savaşı öncesinde dünyanın en geniş toprağa sahip ülkesini korumak için 1 milyon civarında askeri bulunuyordu Rusya’nın. Savaşın kayıpları konusunda rivayet muhtelif ama bunların hatırı sayılır bir miktarını Ukrayna cephesinde kullandığını biliyoruz. Hep unutuluyor ama Rusya’nın bir nüfus sorunu var. 17 milyon km2’lik bir ülke için 140 milyon nüfus az olduğu gibi, artışı da çok düşük. Son 30 yılda sosyalizmin toplumsal kazanımlarını berhava ettikleri için nüfusun beslenme ve sağlık koşulları da çok parlak değil. Sayılara boğmadan devam edelim.
Rusya Ukrayna cephesinde aktif asker gücünün ve konvansiyonel silahlarının önemli bir bölümünü kullandı ama ezici bir zafer elde edemedi. Bunu “aldığı” topraklara bakarak değil, harcadığı zaman ve kaynağa işaret ederek söylüyorum. Son üç yılın bana anlattığı hikâye özetle şu: Nükleer gücünü kullanmayan bir Rusya’nın Avrupa’da bırakın Berlin’i, Polonya’yı aşması dahi yıllar sürer. Bunun için de bir sürü koşulun bir araya gelmesi gerekir. ABD’nin kayıtsızlığı ve Çin’in aktif katkısı gibi örneğin. Şunu da ekleyelim, toprak almak ile toprağı tutmak arasında da bir fark var. Bunun için salt askeri güç değil, alınan topraklarda yaşayan halkın hiç değilse bir bölümünün rızası gerekir. Ukrayna’nın doğusunda bu rızanın mevcut olduğunu söyleyebiliriz ama aynı şeyi, örnek olsun, Finlandiya veya Polonya için söyleyebilmek mümkün değil.
Türkiye’nin topraklarının Rusya tarafından işgal edilebileceğini ileri sürenlerin bilerek veya bilmeyerek atladıkları husus ise Çarlık döneminden farklı olarak Türkiye ile Rusya’nın artık bir kara sınırı bulunmadığı. Ukrayna’nın doğusundaki düz ovalarda üç köyü alacağım diye üç ay uğraşan Rusya’nın Kars’a karadan ulaşması ne kadar sürer acaba? Havadan birlik indirir, denizden çıkartma yapar diyecekler, Ukrayna cephesinde bariz hava üstünlüğünü belirleyici şekilde kullanamayan Rus hava kuvvetlerine ve Karadeniz’deki Rus donanmasının haline bakabilirler. Ülkede okuduğunu anlamayan nüfus kalabalık olduğu için açıklama getirme ihtiyacı hissediyorum. Birincisi konvansiyonel silahlarla yapılacak bir savaştan söz ediyorum. İkincisi ise Rusya’nın saldırmayacağını değil, işgale kalkışamayacağını söylüyorum.
Rusya’nın kapasitesine baktığımıza göre, niyetine de değinelim. Putin yönetiminin kısa ve orta vadede Avrupa’da veya Türkiye’de yeni topraklar işgal etmek gibi bir niyeti bulunmuyor. ABD’nin başına gelen “şey”den de yararlanarak kendi sermayesinin çıkarlarını küresel seviyede maksimize etme peşinde sadece. Bir yandan ABD ile dans ederken bir yandan da savaşın yarattığı yıpranmayı onarmak önümüzdeki dönemde Moskova’nın öncelikli kaygısı olacaktır.
Özetlemek gerekirse, bu “Rusya tehdidi” lakırdılarının bu aşamada ciddiye alınacak tarafı yoktur. Türkiye burjuvazisinin bir bölümü, Avrupa’daki sınıf kardeşlerinin örneğini izleyerek, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye halkına yutturdukları zokanın bir benzerini pazarlamaya çalışıyor sadece. İsrail tehdidi bahanesiyle iç cephe başlığını açarak sağa sola balyoz savuran iktidarın da bundan yararlanmak istemesi beklenebilir.
Ne de olsa, düzenin aşınmış ve paslanmış vidalarını sıkıştırmak için her gerekçe mübah sayılır.