TÜSİAD, AKP ve grev hakkı

Elizabet

Administrator
Yönetici
Katılım
Ocak 16, 2025
Mesajlar
338,514
Tepkime puanı
0
Son günlerde gündemde olan AKP-TÜSİAD gerginliği, bazı kendini bilmezleri Türkiye’de “devrimci sınıfın” burjuvazi olduğunu söylemeye kadar götürdü. Daha kötüsü ise bu kadar radikal olmamakla birlikte pek çok kişinin iktidar ile TÜSİAD arasında taban tabana zıt, çözülmez çelişkiler bulunduğunu, TÜSİAD’ın veya içindeki bazı sermaye gruplarının laiklik gibi temel başlıklarda AKP’ye gerçek bir muhalefet sergilediğini düşünmesi.

İzlenecek yol haritasına dair kimi zaman oldukça sertleşen tartışmalar yaşanabilir. Yine de TÜSİAD’ın temsil ettiği sınıfsal çıkarlar ile AKP’nin ya da seleflerinin programları arasında esaslı bir çelişki yok. Brecht’in dediği, zaman zaman “itişseler, didişseler” de Türkiye’de on milyonlarca emekçinin haklarını gasp etme girişimlerine dair temel bir anlaşmazlık yaşamadılar, yaşamıyorlar. Geride kalan hafta boyunca soL Haber Portalı’nda söz konusu ortaklığın pek çok sacayağı anlatıldı. Bu yazıda, işçi sınıfının en temel haklarından biri olan grev hakkı bağlamında sermaye ile iktidar tarafından “beraber yürünen yolu” kısaca ortaya koyacağız.

1980’lere dek Türkiye'de grev hakkı​


1925 tarihli Takrir-i Sükun yasası ile hali hazırda oldukça cılız olan grev ve diğer işçi örgütlenmeleri neredeyse tamamen durdu. 1931’de yapılan CHP Kongresi’nde “Türkiye Cumhuriyeti halkının ayrı ayrı sınıflardan mürekkep olmadığı” ve “sınıf mücadelesi yerine içtimai nizam ve tesanüt temin etmeyi amaçladığı” ileri sürülüyordu. Nitekim beş yıl sonrasında yasalaşan İş Kanunu, devlet tarafından ihya edilen ulusal burjuvazinin minnettar olduğu bu grev yasağını resmi hale getirecekti.

Türkiye’de işçi örgütlenmelerinin ve hak mücadelesinin yükselişi ile özdeşleşen 1960’lı yıllar, grev hakkının sıkça kullanımına da sahne olmuştur. Kavel Direnişi’nin de büyük etkisiyle, Sendikalar Kanunu ile 1963 yılında grev hakkı resmen tanınmıştır. Sermaye sınıfının temsilcileri ve kimi zaman doğrudan patronlarınca bu “işçi mezalimini” bitirmesi adına devletin üst kademelerine yazılan mektupların damgasını vurduğu bu dönemde, işçi örgütlenmeleri toplumun kılcal damarlarına doğru yayılmakta ve her geçen yıl güçlenerek devam etmekteydi. Biraz netleştirmek gerekirse, 1972 yılında Maliye Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de 122 grev yaşanmış ve toplam 660 bin iş günü grevde geçmişti. 1980 yılında ise yine aynı kaynak uyarınca 220 kez greve gidilmiş, bu kez yaklaşık 4,3 milyon iş günü greve “kurban gitmişti”.

Yazının devamında grev hakkına yapılan müdahalelerin kimi noktaları açıklanmaya çalışılırken akılda tutulması gereken husus, tüm bu patron dostu yasaların 12 Eylül ile başlayıp AKP ile arşa çıktığı ve sürecin tamamında TÜSİAD ile iktidarların kol kola yürümüş olduğudur.

Toplu İş Sözleşmesi ve grev hakkı​


6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda, grev hakkının da temelini teşkil eden Toplu İş Sözleşmesi (TİS) için hangi sendikaların yetkili olacağına dair hükümler bulunmaktadır. 41. madde doğrultusunda, ilgili işkolunun ülke çapında yüzde 1’ine denk gelen sayıda üyesi olmayan sendikalar, diğer kriterlere bakılmaksızın bu haktan yoksun bırakılmaktadır. Bunu sağlayan sendikaların, işyerinde başvuru tarihinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasını, işletmede ise yüzde kırkını üye yapması gerekiyor ki TİS imzalama hakkını haiz olsun. Geçtiğimiz ay yayınlanan verilere göre yüzlerce, hatta binlerce üyesi olan pek çok sendikanın yüzde 1’i sağlayamadığı görülüyor.

Pek çok işkolunun kendi içinde de farklı meslek gruplarına ve sektörlere ayrılmasına rağmen bütünsel bir oranlama yapılarak limitin yükseltilmesi, Ali Cengiz oyunlarından bir tanesi. En önemlisi ise spesifik bir işyerinde gerekli örgütlülüğü sağlayan sendikanın neden aynı zamanda ulusal çapta yüzde 1 gibi yüksek bir orana ulaşması gerektiği muğlak. Örgütlenme özgürlüğüne, sendikal haklara ve TİS olanağına, burjuva hukukunun normlarını dahi hiçe sayarak el atan bu uygulamaları mahkum eden pek çok yargı kararı da bulunuyor. AİHM tarafından TİS hakkının vurgulandığı Demir ve Baykara v. Türkiye kararı bunların en önemlilerinden bir tanesi. Fakat kararın üzerinden onlarca yıl geçse de Türkiye’de milyonlarca işçi TİS hakkına sahip değil.

Anayasa’nın “Grev Hakkı ve Lokavt” başlıklı 54. maddesi şöyle başlamaktadır: “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının ve işverenin lokavta başvurmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnaları kanunla düzenlenir.”

Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda grev hakkı, TİS görüşmelerinde uyuşmazlık yaşanmasının yanı sıra, “işçilerin ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını korumak veya geliştirmek amacıyla” sınırlanmıştır. Zikredilen amaçların dışında kalan gerekçelerle grev yapılması durumunda kanun dışı grev söz konusu olacak ve yasal güvencelerden faydanılamayacaktır. Bunun başlı başına bir baskı unsuru olduğu, dünyanın pek çok yerinde grev hakkının bu minvalde bir amaç sınırlamasına tabi tutulmadığı belirtilmelidir. İşçilerin siyasi saiklerle grev yaptığı, hatta kimi yasa tasarılarına veya iktidarların bazı yaklaşımlarına karşı genel greve gidildiği görülmektedir. Ülkemizde ise bahsedilen oldukça dar pencerenin dışındaki her nevi grev kanun dışı sayılmıştır.

Üstüne üstlük, usuli zorluklar getirilerek işçilerin grev hakkını kullanması fiilen engellenmektedir. Öncesinde toplu görüşme ve arabuluculuk aşamalarının tamamlanması, grev kararının süresi içerisinde alınması ve notere tevdi edilmesi gibi unsurlardan herhangi birinin tam olarak yerine getirilmemesi dahi kanuni grev niteliğini ortadan kaldırmaktadır. Böylelikle yasal güvencelerden yararlanılmasının önüne set çekilmektedir. Unutulmamalıdır ki işçilerin çoğu kez grev sürecini yürütmesi, ekonomik olarak zorluk yaratmaktadır. Bahsi geçen usuli şartlar ile grevlerin işçiler için sürdürülebilir olmaktan çıkması, pes etmeye zorlanmaları amaçlanmakta ve ne yazık ki pek çok örnekte bu sonuca varılmaktadır.

En son Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi işçiler greve gitmiş ve 5 işletmede de süreç kazanımla sonuçlanmıştı.

Grev yasakları ve 'erteleme' sebepleri​


Yukarıda yer verilen Anayasa madde 54’ün devamındaki 4 ve 5. fıkralar şu şekildedir: “Grev ve lokavtın yasaklanabileceği veya ertelenebileceği haller ve işyerleri kanunla düzenlenir. Grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda, uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür. Uyuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. Yüksek Hakem Kurulunun kararları kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir.”

Bu kapsamda, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 62. maddesi, grevin kategorik olarak yasaklandığı sektörleri düzenler. Bankacılık ve şehir içi toplu taşıma hizmetleri de bu maddede yer almakta iken AYM kararı ile kaldırılmıştır. Ancak hali hazırda yine de oldukça geniş bir kapsamın tayin edildiği görülmektedir.

“Can ve mal kurtarma işlerinde; cenaze işlerinde ve mezarlıklarda; şehir şebeke suyu, elektrik, doğal gaz, petrol üretimi, tasfiyesi ve dağıtımı ile nafta veya doğalgazdan başlayan petrokimya işlerinde; Millî Savunma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığınca doğrudan işletilen işyerlerinde; kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye ve hastanelerde grev ve lokavt yapılamaz.”

Adı geçen Kanun’un 63. maddesi ise grevlerin ertelenmesi için bir dayanak teşkil etmektedir. Grevin 60 gün ertelenmesine dair yetki, “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” olması halinde Cumhurbaşkanı’na tanınmaktadır. (Kanunla düzenlenmesi gereken bir hususun Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmasındaki keyfiyet kenarda dursun.) Bu sürenin sonuna dek arabulucu tarafından uyuşmazlık noktalanamazsa, akabinde grev devam edememekte ve Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tarafından karara bağlanmaktadır. Bu yönüyle “grev ertelemesinin” fiilen bir “grev yasağı” olduğu açıktır. Pazarlık gücü çok daha yüksek taraf olan patronlar, istedikleri şartları dayatmakta ve kabul edilmemesi halinde işçiler için YHK dışında bir seçenek kalmamaktadır.

Kanun maddesi erteleme nedenleri bakımından ucu açık bir lafzı taşıyarak, istendiği gibi yorumlanmasına olanak tanımaktadır. “Milli güvenlik” kavramının içine keyfi bir şekilde pek çok gerçek veya (genellikle yaşandığı gibi) hayali ögenin dahil edilebileceği ortadadır. Nitekim, AKP iktidarında tam 21 grev “ertelenirken” bunların yarıdan fazlası 2016 sonrasında yaşanmıştır. Grev hakkı gasp edilen işçi sayısı toplamda yaklaşık 200 bin. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun 2024 raporuna göre, dünyada işçilerin en kötü şartlarda çalıştığı 10 ülkeden biri Türkiye. 1980’den bu yana devam eden hak gaspları bu dönemde zirveye ulaştı.

AKP, kimi zaman tüm berraklığı ile dillendirmekten çekinmedikleri şekilde, OHAL yasalarını ve artık olağan dönemin olağanüstü yasalarına dönüşen iş mevzuatını patronların vekili sıfatıyla işçilere karşı kullanıyor.

Patronların grev kırma hakkı​


Kanun’un 68. maddesi uyarınca “İşveren, kanuni bir grev veya lokavt süresince, 67 nci madde hükmü gereğince iş sözleşmeleri askıda kalan işçilerin yerine, sürekli ya da geçici olarak başka işçi alamaz veya başkalarını çalıştıramaz". Devamında ise “Greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçen işçiler, ancak kendi işlerinde çalıştırılabilir. Bu işçilere, greve katılan işçilerin işleri yaptırılamaz" şeklindeki düzenleme yer alıyor.

Gel gelelim, fiilen görmeye alışık olduğumuz üzere patronlar, işçilerin yasal haklarını kullanmasına olanak vermemek için her yolu deniyor. Aynı bölgenin halkından başka işçiler almak, direnen emekçilerin destek bulacağı kitle ile karşı karşıya gelmesini de sağladığı için bir taşla iki kuş vurmak anlamına geliyor. Öte yandan, grevi kırmak için bulunan yöntemler sınır tanımıyor. Geçtiğimiz yıl Lezita grevinin hemen başında Hindistan’dan getirilen işçilerin çalıştırıldığını hatırlıyoruz.

Greve katılmayan ve bu sayede patronun “gözüne gireceğini” uman işçilerin ise yarım kalan her türlü işe koşturulduğu sıkça görülüyor.

Lezita grevi.

Patronlar 45 yıldır gülüyor​


AKP’nin nihayete erdirdiği sürecin 12 Eylül ile başladığı yukarıda belirtilmişti, tekrar hatırlatıyoruz. Nitekim, 12 Eylül’ü takiben 1984 yılına kadar grevler, toplu sözleşme ve sendikal faaliyetler tamamen yasaklı hale getirilmişti. Dahası, kanun dışı grevlere katılanlar, ve devam edenler ile “siyasi amaçlı grev veya lokavt, genel grev veya lokavt, dayanışma grevi veya lokavtı ile işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve üretimi aksatacak nitelikteki her türlü direnişlere katılanlar” hakkında hapis cezasına hükmedilmekte idi. Bu dönemde sendikal faaliyetler tamamen denetim altına alınmış ve dar anlamda birer meslek örgütüne çevrilmişti.

1984 yılında özel sektörde sadece bir eylem yapılmış iken bu sayı 1987’de 303’e çıkmıştır. NETAŞ Grevi’nin yarattığı büyük etki, 1980 yılından sonra ilk kez ulusal çapta bir gündem yaratabilmiştir. 1989 ise işçi sınıfının silkinip yeniden ayağa kalktığı yıllardan biri olarak bilinmektedir. Gel gelelim, bu dönemden başlayarak grevlerin yapılamadığı veya fiilen bir anlam ifade etmediği, zira YHK’nin son tahlilde grev hakkını gasp ettiği görülmektedir. Böyle olunca, grev dışı çeşitli eylemlerin (iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, fazla mesaiyi toplu halde terk etme vb.) izi sürülmüştür.

1980’lerin sonu ve 1990’ların başı genel anlamda Türkiye işçi sınıfının güçlendiği bir dönem olmuştu. 1990-95 arasında toplam 605 bin işçi greve katılmış, 14 milyon iş günü grevde geçmişti. 1984-2013 arasındaki yaklaşık 30 yılda toplam 809 bin işçinin greve katıldığı ve 25 milyon iş gününün grevde geçtiği düşünülürse, bunun ne kadar büyük bir sıçrama olduğu anlaşılır. 1990’lı yıllar tekrar siyasal grevlerin yapılabildiği, çeşitli işyeri işgallerinin ortaya çıktığı, özelleştirmelere karşı işçi direnişlerinin görüldüğü yıllar olmuştur. Bu yönüyle 1990’lar, Türkiye işçi sınıfının 1980 sonrası patronları en çok titrettiği dönemdir. Akabinde gelen AKP döneminin Türkiye’de grevlerin akıbeti bakımından nasıl bir tablo ortaya çıkardığını ise genel hatları ile yukarıda ifade etmeye çalışmıştık.

Tüm bu dönüşüm sürecinin bir tesadüf eseri olmadığı, 12 Eylül gelmeden buralara giden planlamaların 24 Ocak Kararları ile yapıldığı açıktır. Türkiye’nin en büyük patron örgütü olan TÜSİAD’ın da bu kararların arkasında durduğu hiçbir zaman bir sır olmamıştır. Kâr oranları muazzam derecede artmış, grevsiz geçen yıllarda işçilerin hak gasplarına dur diyecek olanakları daralmıştır. Netice itibariyle TÜSİAD başta olmak üzere Türkiye burjuvazisi, bu dönüşümden en çok nemalananlar olduğu da itiraza kapalıdır.

Kimi zaman mülga Sendikalar Kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’ndaki işçi lehine değişikliklere karşı açıkça görüş verdiler, patronların bunu kabul edemeyeceğini vurguladılar. Kimi zaman böyle aleni bir şekilde dillendirmemekle birlikte kapalı kapılar ardında istediklerini aldılar. Ancak TÜSİAD’ın işçi düşmanlığı ve bu düşmanlıkta iktidarlar ile ortaklaşması hiç değişmedi.

Grev karşıtı yasalarda, yüksek kâr oranlarında, emeğin aldığı payın tedricen düşürülmesinde her zaman mutabık kaldılar. Ayrıca, TÜSİAD da duracağı yeri her zaman bildi. Son kertede aynı sınıfsal çıkarların peşinde olduklarını ve Erdoğan hükümetinin büyük burjuvazi ile asli bir derdi olmadığını asla unutmadı. Sözgelimi, 2021’de yaşanan döviz krizine dair eleştirileri bu şekilde AKP tarafından verilen bir ayar ile noktalanmıştı. Zira bazı fikir ayrılıkları yaşansa da Erdoğan’ın önderliğinde kurulan yeni “12 Eylül Cumhuriyeti”nin kendileri için ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkındalar. TÜSİAD, 45 yıldır gülüyor.

İşçi sınıfının nazarında, AKP’nin TÜSİAD’a verdiği gözdağı kardeşler arasındaki bir yastık savaşından öteye gitmemeli, bunun ötesinde bir anlam yüklenmemelidir. Türkiye’de emekçilerin TÜSİAD’a değil, onu karşısına almaya ihtiyacı var.

 
Üst